5 Şubat 2013 Salı

HÜCRE

                                   

                              HÜCRE




Amerikan Büyükelçiliği’nde patlama!
Paramparça olan intihar bombacısı.
Büyükelçilikteki yirmi yıllık koruma görevinden sonra, emekli olup Amerika’da yaşamayı planladığı söylenen bir kişinin beklenmeyen acı sonu.
Meslek yaşamını en pırıltılı döneminde.işsiz bırakılıveren gencecik bir gazetecinin dramı.
Daha düne dek Didem adlı bir genç meslektaşım yoktu düşüncelerimde.

Önemli bir sağlık sorununu gidermeye çalışırken evden dışarı yeni yeni çıkmaya başlamanın sevincini yaşamaktaydım. Ankara’da patlayan  o bomba bencil sevincimi yerle bir etti. İstanbul’daki yaşlı bedenimi değersiz kılıverdi. Oysa ne çok çabalamıştım ayağa kalkmak, yeniden yürümeyi öğrenip nitelikli bir yaşam sürdürebilmek için. Size abartılı gelebilir belki ama şimdi böyle bir şey yapılabilse, yoğun bakımdaki o gencecik bedene can verebilmek için, yok olmayı göze alabilirim.

Daha beş ay önce 28 yıllık düzenimi değiştirerek, evde olmak zorunda kalacağım günleri sıkılmadan geçirebilmek için, gündoğumunu, günbatımını, ağacı, denizi, doğayı izleyebileceğim bir ortam hazırlamıştım kendime. Hiç öyle olmuyor işte! İnsan sonradan sonraya kendi bencil dünyasını kuramıyor. Doğa yüklü ufkum, okuduğum gazetenin satırları arasından sıyrılarak Silivri’ye uzanıveriyor Mustafa Balbay’ın hücresindeki anlık günbatımı tanımlamalarıyla özdeşleşiveriyor duygularım. Bakışlarım, Gülşah Balbay’ın bakışlarıyla demir parmaklıkların ardında birleşiyor. Gözlerim gardiyanların sırıtışlarıyla perdelenirken, kulaklarım densiz sözlerin işkenceci ritmiyle zonkluyor. Yüreğim oluşturmaya çalıştığım güzel ortama inat  daraldıkça daralarak yeni yeni hücreler oluşturuyor. Hücrelerden yansıyan Ergenokon, Balyoz adlı düzmece davalarla işkence altındaki, hasta ve yaşlı bedenlerde devinen bilimsel düşünceler, genç yaratıcı beyinler.üretkenliğin doruğunda bir olup, kendi hücrelerinde direnişin destanını yazıyorlar. . Onlarla kurduğum düşsel paylaşımın rahatlığıyla kendime dönüp, denizi, güneşi, yeşili, doğayı derleyip gönderiyorum Silivri’ye, Hasdal’a. Artık rahat uyuyabilirim derken gece yatağımda yine onlarla aynı hücreyi paylaşıyorum.

Uykusuzluk dört yanımda yeni yeni  hücreler oluşturuyor. Dağlara, PKK ile savaşan askerlerin arasına varıyorum. Çatışma seslerinin, kaygısı içimi yakıyor. İleri karakollardaki bir avuç askerin tedirgin bekleyişlerindeki uyku ile uyanıklık arasındaki gelgitler, kabusum oluyor. PKK ile savaşmış subayların tutuklu, savaşmakta olan subayların ise şimdi ne yaptıklarını bilmedikleri bir ortamın saçmalığında bunaldıklarını sanıyorum.
 “Savaşacak ordu komutanı bulamıyoruz.” söylemindeki iki yüzlülük, geleceğe yönelik yeni tuzakları çağrıştırıyor. Bütün gün haberlerde beynimi kanatırcasına yinelenen “İmralı” söylemleri, sıkılan boğazımdan çıkan hırıltılı bir sese dönüşüyor gecenin sessizliğini delen. Kimin komutan, kimin terörist olduğu şaşkınlığı içindeki beynim, tutuklu Genelkurmay Başkanını, Ordu Komutanlarını ve Apo’yu getiren general albay ve subayların düşünceleriyle karışarak sarsılıyor.
Yaşanılan “Neden ve ne için?” sorularının , oluşturduğu sessiz çığlık… Dinmeyen bir iç bulantısı.
Didem sağ gözünü yitirmek üzere. Hiçbir Amerikalı’nın zarar görme olasılığı bulunmayan Amerikan Büyükelçiliği ziyaretçi girişinde düzenlenen patlamayı,DHKP-C terör örgütü üstlendi. Tam da aynı davanın avukatları usulsüz olarak tutuklanmışken.. Ergenekonların, Balyozların saklanamayan yalanlarından daha kaç tane düzmece örgüt çıkacağını kestirmek güç.
Oysa gerçek hücrelerde yaşayanlar, içerdekiler, geçtiğimiz yıl, halkın, 29 Ekimde, 10 Kasımda, 13 Aralıktaki, pırıltılı uyanışıyla gelecek güzel günlere kavuşacaklarına olan inançlarından söz ediyorlar. Onların bu tavrı karamsar olmaya hakkımın olmadığını  gösteriyor. Ben de yürüyemediğim için gidemediğim Silivri’deki görkemli kalabalıktan etkilenip coşmamış mıydım?. Sağlıklı olduğum günlerde Silivri’de boş basın sıralarında üç beş kişiyle oturduğum günlerden bu günlere gelmiş olmanın sevincini yaşamamış mıydım?.
18 şubat’ta bu coşkuyu yeniden daha da çoğalarak yaşamak, yaşatmak gerek.
Balbay’ın hücresinde gördüğü çabucak yitiveren gün batımındaki güneşi, en az içerdekiler kadar inançla yakalamak gerek.
Çünkü umut yeniden doğuşun habercisi…




1 yorum:

kuazimodo dedi ki...

Öyle içten yazmışsın ki Didem bir gözüne karşılık yaşama tutundu. Umut hep var, ama beni korkutan şiddetin ve korkunun günlük hayatın bir parçası gibi benimsenmesi.Her gün ayrı bir mücadele veriyoruz ruhen ve bedenen. Kalemine sağlık