11 Aralık 2013 Çarşamba


Silivri'den Sincan'a, Sincan'dan Özgürlüğe, 

Sincan'a gittiği günlerde Sevgili Balbay'a açık mektup yazmıştım. Kendisi,  okumadan önce yayınlamayacaktım.Tutsaklığt nedeniyle elden iletmeye çalışmıştım.  Dilerim okumuştur.
Aradan uzun zaman geçti ama o mektubu yayınlamak istedim.
Mustafa Balbay, 9 Aralık akşamı ailesine.ve sevdiklerine kavuştu.
Ne mutlu ki,  şimdi özgür... 
Milletvekili yeminini etti.
Duyduğu sorumlulukla zoru başarcağına, ardında kalanlar için çabalayacağına tüm sevenleri gibi ben de inanıyorum. Bu inanç,  tutsaklığının son bulduğu ilk andan başlayarak, söylediği sözlerden,  sergilediği  kararlı tutumla pekişen güçlü, güven yüklü kişiliğinden kaynağını alıyor...
Soğuk Sincan akşamını, heyecan dolu "Özgürlüğe Merhaba!" seslenişi ile ısıtan yürek, özgürlüğe susamış tüm tutsakların bu sevinci yaşamaları için emek verecektir. Onunla çoğalmak, gücüne  güç katmak, anlamlı olacak....
Bir an önce biriken kiri, pası yok etmek gerek...


Mustafa Balbay’a Açık Mektup

Sevgili Mustafa Balbay,

Silivri‘deki duruşmalarda ilk günden beri basına ayrılan kısımda yaşananları sessizce ama isyanını içine gömerek izleyen, TRT’den emekli Feride Bilgin’i anımsamanız çok güç. Avukatlar aracılığı ile kitaplarınızı imzalatmış olmam, sizin için yazdığım ve okuyabilmeniz için ulaştırmayı başarabildiğim yazılardaki imzam, belleğinizde bir yansıma yapmış mıdır bilmiyorum? Aslında beni anımsamanızdan çok, sizinle ilgili düşüncelerimi biliyor olmanız benim için önemli. Bir dergide yayınlanan yazımda “Bruno’dan Balbay’a“ demiştim. suçsuzlığun simgesi olduğunuzu yansıtabilmek için…
Ne yazık ki, iktidar’ın, emperyal amaçlı ülkelerin eşbaşkanlığı adına sürdürdüğü Ergenokon benzeri pek çok davanın, başladığı günlerden beri yürekler acı içinde. Abartılı bulmayacağnıza inanarak Antik Çağ söylencelerine konu olmuş, karanlık güçlerin şiddet anlayışının simgesi, insanlığa ateşi sunmuş olan kahraman Prometeus’un, sürekli akbabaların yediği yüreğinin, yendikçe yenilenen ciğerinin acısına benzer bir acıyla ciğerim yanıyor. İnanın bu yalnız benim için değil, aydınlığa gönül veren herkes için böyle…
İnsanlar, uydurulmuş, yalan, düzmece bir oyun içinde ülkemin aydınlarına, ordusuna yönelik tuzağın kıskacında kıvranıyor. Geçtiğimiz Pazar ve Pazartesi günkü, gazetemiz Cumhuriyet’te çıkan o çok değerli iki yazı ise bana edilgin olmanın suçluluğunu yükledi. Çünkü, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olan, bunun Anayasa Mahkemesi kararı ile, hükme bağlandığı bir yönetimin Danıştay davasını kendini aklamak için kullanabileceğini düşünmüş ama yüksek sesle dile getirmemiştim. Ne var ki bunu, sizler hüküm giyer giymez, Başbakan‘ın dile getirmesi beni acı acı güldürmüştü. Bu da yazılarında sık sık “Keşke haklı çıkmasaydım“ diyen, saygı ve özlemle andığım İlhan Seçuk‘u düşündürmüştü… Sizin de anlamlandırdığınız gibi suskunluk vicdanları tutsak eden bir hükümlülük. Ne diyordunuz Pazar günkü yazınızda? „Ergenekon davasının başı, Tuncay Güney, sonu Osman Yıldırım, hedefi AKP’yi aklamak!“ Peki bu parti aklanabilir mi? Kendi kurguladıkları, kendilerinin hükümlendirdikleri, bizzat Tuncay Güney’in, yazınızda da değindiğiniz “Ergenekon bir projeydi“ sözleriyle tanımlanan bu davanın, inandırıcılığı başlangıçta dahil olmak üzere aradan geçen zaman içinde hiç var mıydı ? İleri sürülen delil demeye dilimin varmadığı yakıştırmaların savunmanlarca, bir bir çürütülmelerine karşın dikkate almayan Mahkeme Heyeti’ni “Ergenekon, projesi görevlisi“ niteliğine büründürmüyor mu? Böyle bir Heyet‘in kararı hepimizin vicdanında yok hükmünde değil midir? Ayrıca AKP‘nin on yıllık uygulamalarına bakıldığında, bu odaklık durumunun katlanarak doruğa vardığı gözle görünür bir olgu. Yalnızca 4+4+4 formülüyle adlandırdıkları eğitim faciası bile bu laiklik karşıtı odaklığın kanıtıdır. Gencecik, aydınlık yüzlü çocuklar, İstanbul‘da meydanlarda, “Okulumuz İmam Hatip olmasın!“ diyerek ellerindeki dilekçelere imza toplamaya çalışmaktadırlar. Eğitim göreceği okulu seçme özgürlüğü ellerinden alınmış bu çocuklar için, onların anne babaları için, bilinen partinin odak olma niteliğini hangi mahkeme bozup, aklayabilir ki?
Ne acı değil mi Sevgili Balbay? Bu sorularımın yanıtı Türk adaletinin iç kanatıcı durumunda saklı!...İşte bunun için artık haykırmak istedim,yalnızca, kendi köşemde mırıldanmak size özel mektup yazmak yerine.
Aslında size, içimin acıdığından söz ettiğim için üzgünüm çünkü sizin içerde bile verdiğiniz özgürlük savaşımınız bize de direnme gücü veriyor. Buna bir de Haziran’dan beri Ülkemiz gençliğinin umudu çağırdığı Gezi eylemleri eklenince başarının mutlaka gerçekleşeceği inancı sarıyor içimi.
Şimdi Ankara’dasınız. Sincan bir tutuk evi ve siz ve sizin gibiler, oraya yakışmıyorsunuz. Ne var ki, Sevdiklerinize yarım saatte kavuşabildiğinizi söylediğiniz bir yerde olmanız en az sizler kadar bizi de sevindiriyor,
Yazınızda „Sincan‘ı taştan oyarlar içine âdem koyarlar demişsiniz“ ya İzninizle gelecek güzel günlerde gerçekleşmesi dileği ile ben onu içine “BADEM“ koyarlar olarak değiştirebilir miyim?

Uzun yıllar yaşadığım, çalıştığım Ankara’nın aydınlık yüreklerine kucak dolusu sevgiler..

03 Eylül 2013
Feride Esen Bilgin

9 Temmuz 2013 Salı

                       

Bebeğin Gözleri                                      

Sevgili Solmaz Akar'a...                                     
 
Geçirdiğim ameliyat sonunda yeniden yürümeye başladığımda, yürüyüşümü Penguene benzeten sevdiklerimin bu dönemi daha dayanılır kılan şakalarından esinlenerek, Penguen adlı bir yazı yazmıştım. O günlerde penguenlerin sansürcü basına araç olacağını hiç düşünmemiştim., Üstelik, belgeselciliğin ne denli emek isteyen, zevkli bir iş olduğunu bilen birisi olarak bana, o güzelim yapıtın, çok önemli bir haberi perdeleme amaçlı kullanılması.etik dışı ve çok acı geldi. Daha da acısı yayıncılığa öğretmenlik yapmış bir kurumun, TRT’nin içine düşürüldüğü durumdu.
Ne çok olay yaşandı bir türlü yazamadığım şu son aylarda canım memleketimde. Geçici de olsa gün doğumunu, denizi, martıları, kuşları ağaçları doya doya yudumladığım evimin konumuyla zıtlık oluşturan, ülkemin içinde bulunduğu acı tablo, pek çok kişiyi olduğu gibi, beni de sanki hücrede yaşatıyordu..
 
En son Amerikan Büyükelçiliği önünde patlayan bombayla tek gözünü yitiren Didem adlı, hiç tanımadığım genç meslektaşım için kaygılanmıştım.  Bu olayla, tıkıldığım hücrem, Beni Silivri’ye ulaştırıvermişti..Beş yıldır yaşadığı gerçek hücreye, ender de olsa yansıyan ışığı çoğaltabilen, doğa tutkunu Mustafa Balbay’ın yanında konuşlanıvermiştim..Sonra birden bu düşsel göç  Silivri’ye kapatılmış tüm değerler için umut olacağını düşündüğüm 18 şubat  beklentisini yaratmıştı. Bu beklenti, hücrelerde çoğalan ışıkların aydınlığıyla yeni bir umut doğurmuş, “Hücre” adlı yazım,şu sözlerle sonlanmıştı: Çünkü, umut yeniden doğuşun habercisi… Öyle de oldu. Gerçi o gün, Silivri’de yaşananlar, iktidar baskısının, zulmün tavan yaptığı, gaz maskeli polislerin, robokopların, halkın önünde boy gösterdiği,  atılan biber gazlarının duruşma salonundakileri bile etkilediği kabus anlarıydı ama sanki artık, iktidarın kara yüzü her yerden görünmeye başlamıştı
Şubattan, Mayıs sonuna dek geçen zaman baharın canlanışına inat, insanların içindeki bunalımı karabasana dönüştürüyordu. İktidar, gemlenemez hırsların aceleciliğiyle, özel yaşamlardan, dokunulamaz sanılan değerlere dek, her alana el atarak koşar adım yürüyordu.İleri demokrasi, dış ülkelerle sıfır sorun maskelerinin örtemediği sırıtkan savaş çığırtkanlığı, patlayan bombalar, yitip  giden canlar, açılım karmaşasıyla yüklü bölücü söylemler tüm Anadolu’yu İstanbul’a indirgeyen gözü dönmüş rant bezirganlığı, Cumhuriyet’ten intikam almaya yönelik cehalet yüklü saplantılar, doğaya, yaşam alanlarına yönelen saldırılar, Gezi parkında tutulan nöbet çadırlarına yönelen hunharlığa varınca, yakılan çadırların alevinden sıçrayan  kıvılcım küçük bilgi ırmağını gençliğin yüreğinden taşırıverdi Hollandalı yazar, Hedrik Wiİlem Van Loon’un İnsanlığın Kurtuluş Öyküsündeki gibi, cehalete karşı duruş başlamıştı. Gençlik korkuyu yenmişti. Cehaletin, “Çocuklarınıza sahip Çıkın!” söylemlerine  annelerin yanıtı onlarla birlikte direnmek oldu. Pırıltılı zeka birlikteliği çağırarak çoğalıyordu, dönen, duran, düşünen adamlarla. Ta ki kitap okuyan insanların üzerine yapılan korkunç saldırı anına değin.
Günlerdir alanlara sürülen polislerin, kime ne için saldırdıklarını, eğer belli bir şartlanmışlık içinde değillerse düşünmediklerini sanıyorum. Attıkları plastik mermilerle, belki de yaşdaşları olan gencecik kızların, delikanlıların kafalarını dağıttıklarının, gözlerini kör ettiklerinin bilincinde olmadıklarını düşünmek istiyorum eğer adına ekmek parası denen kulluk bedellerine tutsak değillerse… Tek korktuğum, almış olmalarından kaygı duyduğum, kulluk eğitimiyle, algılama yetilerinin dumura uğramış olması.
Görmekte zorlanmak can sıkıcı. Peki ya hiç görememek, gözünün ya birini ya da ikisini birden yitirmek? Yaşamının geri kalanını böyle sürdürmek zorunda kalmak. Bu, ileri yaşta birisi için belki biraz daha dayanılır ama ya genç gözlerin yitip gidişine ne demeli? Üstelik tüm bunların, gördüğünü sanan kin dolu bakışlarla, iktidar hırsının baskıcı yöntemleriyle,”Vurun! Kırın! Kaldırın! Saldırın! Boşaltın! Yok edin! Söylemleriyle başarılması(!) Ne büyük başarı değil mi?
Faşizmin gözü dönmüşlüğüne uygun olarak yitirilen güzler, çöken kafataslarının travmasıyla yaşamla ölüm arasında bekleyen ve sonrasında da yok olup giden genç bedenler… Oysa, gözümdeki retina rahatsızlığını önlemek, için gittiğim hastanede, onlarca erken doğmuş bebeğin gözleri görebilsin diye uğraşan doktorların çabaları nasıl da umut yüklemişti yüreğime. Yüklemişti yüklemesine ama sorunun çözülüşüne tanık olmak, olumsuzlukların nedenlerini ortadan kaldırmak gerektiği düşüncesini gidermiyor. Belki bunun için çirkini yok ederek daha güzele erişmek istiyor insan…. Doktorlara göre, çevre kirliliği erken doğumun bu kadar artmasının en büyük etkenlerinden biri.Bu saptama, ister istemez geleceğe yönelik kaygıları arttırıyor.Doğay a,çevreye sahip çıkmayı daha da anlamı kılıyor.Bu sahiplenmede ameliyathane kapısında bekleyen bebek annelerinin kaygılı bakışlarındaki yüce yakarışı görmek gerek..Bu dualarda bilimin mi, yoksa inancın mı gizli olduğunu çözmeye çalışmak sorgulama alışkanlığımın sonucu  olsa gerek..Ameliyathanede gözlenebilen tek amaç  ise, hemşiresiyle, öğrencisiyle, öğretmeniyle sağlık emekçilerinin kafasında yalnızca o minicik gözleri Dünya’ya açabilme isteği ….Yarım günde 200’ün üstünde minik gözün, göz kapaklarını elleriyle açarak, göz bebeklerine iğne yapabilen genç profesör, hemcinsimin, başarı isteğinin yarattığı güven yüklü yetkinlik karşısında duyduğum kıvanç ise tanımlanamaz güçte. Ülkemin köklü üniversitesinde bu denli büyük sağlık başarılarına imza atılmasından mutluluk duymamak olası mı?  Peki ya madalyonun diğer yüzü? O doktorların, sağlıkta dönüşüm denilen saçma sapan uygulamalarla öğrencilerini eğitmekten uzak tutulmalarına ne demeli? Hastalarına müşteri muamelesi yapılmasına neden olan, eğitmenliğin onurunu zedeleyen, kişileri birbirine düşürebilecek olan, performans sistemine karşı çıktıkları için eğitim  yuvalarından ayrılmak zorunda bırakılan, üretkenliğin doruğundaki genç beyinler...
Ben yine göz doktoruma daha iyi görebilmek için iğne yaptırmaya gideceğim. doktorum gene minicik gözlere iğne yapacak Dünyayı görebilmeleri için . Sonra da 5 Ağustosta Silivri’deki son duruşmada olacağım Kim bilir belki de gidemem O gün torunum Umut bebek gözlerini açıverirse Dünyaya …
Biricik torunum doğduktan sonra  da her bebeğin gözleri  güzelim dünyaya açılabilsin diye emek vermeyi sürdüreceğim,  orantısız zekaların sahibi aydınlık bakışlı gençlerle birlikte, kinin,oburluğun cehaletin kapıkulluğundaki, beyni yıkanmışlara karşı…

5 Şubat 2013 Salı

HÜCRE

                                   

                              HÜCRE




Amerikan Büyükelçiliği’nde patlama!
Paramparça olan intihar bombacısı.
Büyükelçilikteki yirmi yıllık koruma görevinden sonra, emekli olup Amerika’da yaşamayı planladığı söylenen bir kişinin beklenmeyen acı sonu.
Meslek yaşamını en pırıltılı döneminde.işsiz bırakılıveren gencecik bir gazetecinin dramı.
Daha düne dek Didem adlı bir genç meslektaşım yoktu düşüncelerimde.

Önemli bir sağlık sorununu gidermeye çalışırken evden dışarı yeni yeni çıkmaya başlamanın sevincini yaşamaktaydım. Ankara’da patlayan  o bomba bencil sevincimi yerle bir etti. İstanbul’daki yaşlı bedenimi değersiz kılıverdi. Oysa ne çok çabalamıştım ayağa kalkmak, yeniden yürümeyi öğrenip nitelikli bir yaşam sürdürebilmek için. Size abartılı gelebilir belki ama şimdi böyle bir şey yapılabilse, yoğun bakımdaki o gencecik bedene can verebilmek için, yok olmayı göze alabilirim.

Daha beş ay önce 28 yıllık düzenimi değiştirerek, evde olmak zorunda kalacağım günleri sıkılmadan geçirebilmek için, gündoğumunu, günbatımını, ağacı, denizi, doğayı izleyebileceğim bir ortam hazırlamıştım kendime. Hiç öyle olmuyor işte! İnsan sonradan sonraya kendi bencil dünyasını kuramıyor. Doğa yüklü ufkum, okuduğum gazetenin satırları arasından sıyrılarak Silivri’ye uzanıveriyor Mustafa Balbay’ın hücresindeki anlık günbatımı tanımlamalarıyla özdeşleşiveriyor duygularım. Bakışlarım, Gülşah Balbay’ın bakışlarıyla demir parmaklıkların ardında birleşiyor. Gözlerim gardiyanların sırıtışlarıyla perdelenirken, kulaklarım densiz sözlerin işkenceci ritmiyle zonkluyor. Yüreğim oluşturmaya çalıştığım güzel ortama inat  daraldıkça daralarak yeni yeni hücreler oluşturuyor. Hücrelerden yansıyan Ergenokon, Balyoz adlı düzmece davalarla işkence altındaki, hasta ve yaşlı bedenlerde devinen bilimsel düşünceler, genç yaratıcı beyinler.üretkenliğin doruğunda bir olup, kendi hücrelerinde direnişin destanını yazıyorlar. . Onlarla kurduğum düşsel paylaşımın rahatlığıyla kendime dönüp, denizi, güneşi, yeşili, doğayı derleyip gönderiyorum Silivri’ye, Hasdal’a. Artık rahat uyuyabilirim derken gece yatağımda yine onlarla aynı hücreyi paylaşıyorum.

Uykusuzluk dört yanımda yeni yeni  hücreler oluşturuyor. Dağlara, PKK ile savaşan askerlerin arasına varıyorum. Çatışma seslerinin, kaygısı içimi yakıyor. İleri karakollardaki bir avuç askerin tedirgin bekleyişlerindeki uyku ile uyanıklık arasındaki gelgitler, kabusum oluyor. PKK ile savaşmış subayların tutuklu, savaşmakta olan subayların ise şimdi ne yaptıklarını bilmedikleri bir ortamın saçmalığında bunaldıklarını sanıyorum.
 “Savaşacak ordu komutanı bulamıyoruz.” söylemindeki iki yüzlülük, geleceğe yönelik yeni tuzakları çağrıştırıyor. Bütün gün haberlerde beynimi kanatırcasına yinelenen “İmralı” söylemleri, sıkılan boğazımdan çıkan hırıltılı bir sese dönüşüyor gecenin sessizliğini delen. Kimin komutan, kimin terörist olduğu şaşkınlığı içindeki beynim, tutuklu Genelkurmay Başkanını, Ordu Komutanlarını ve Apo’yu getiren general albay ve subayların düşünceleriyle karışarak sarsılıyor.
Yaşanılan “Neden ve ne için?” sorularının , oluşturduğu sessiz çığlık… Dinmeyen bir iç bulantısı.
Didem sağ gözünü yitirmek üzere. Hiçbir Amerikalı’nın zarar görme olasılığı bulunmayan Amerikan Büyükelçiliği ziyaretçi girişinde düzenlenen patlamayı,DHKP-C terör örgütü üstlendi. Tam da aynı davanın avukatları usulsüz olarak tutuklanmışken.. Ergenekonların, Balyozların saklanamayan yalanlarından daha kaç tane düzmece örgüt çıkacağını kestirmek güç.
Oysa gerçek hücrelerde yaşayanlar, içerdekiler, geçtiğimiz yıl, halkın, 29 Ekimde, 10 Kasımda, 13 Aralıktaki, pırıltılı uyanışıyla gelecek güzel günlere kavuşacaklarına olan inançlarından söz ediyorlar. Onların bu tavrı karamsar olmaya hakkımın olmadığını  gösteriyor. Ben de yürüyemediğim için gidemediğim Silivri’deki görkemli kalabalıktan etkilenip coşmamış mıydım?. Sağlıklı olduğum günlerde Silivri’de boş basın sıralarında üç beş kişiyle oturduğum günlerden bu günlere gelmiş olmanın sevincini yaşamamış mıydım?.
18 şubat’ta bu coşkuyu yeniden daha da çoğalarak yaşamak, yaşatmak gerek.
Balbay’ın hücresinde gördüğü çabucak yitiveren gün batımındaki güneşi, en az içerdekiler kadar inançla yakalamak gerek.
Çünkü umut yeniden doğuşun habercisi…




20 Ekim 2012 Cumartesi

                                     PENGUEN

20 Ekim 2012 Cumartesi, aylar süren aradan sonra yazmaya başlamak benim için yeni bir yaşamı  adımlamak gibi bir şey. Oldukça riskli bir amelyattan  sonra hayatı avuçlarımda hissederek penguen adımlarıyla yürümeye başladım. Bu yürüyüşüme benzetmeleriyle ad veren sevdiklerim beni güldürmeye çalışırlarken, aslında  penguenleşen adımlarıma nasıl bir anlam yüklediğimi bilseler, “Komiksin, bukadar da abartma,” diyebilirlerdi. Oysa  içimdeki duygu yüklü sevinç, her türlü abartıdan uzak yeniden doğmakla eş değerde..

Kutuplarda değildim ama penguen gibi yürürken İlhan Selçuk’un İlk insanın ayağa kalkışını irdeleyen o şiirsel anlatımını yüreğimde duyumsuyordum. Her oturup kalkışımda, tekerlekli sandalyaya oturtuluşumda Server Tanilli öğretmenin arada bir  yorulunca kendini sandalyesinden doğrultur gibi yapışındaki cilt sızısının  dayanılmazlığını, geçmişle bugünü özdeşleştirerek tam bir paylaşımla yaşıyordum.
Ameliyat öncesinde, tıpkı  bugün olduğu gibi
Eugene Ionesco’nun  "Sandalyalar" oyunundaki, çoğalan iskemlelere benzer çabuklukta artan basamakları, ilk kez görüyormuş gibi şaşkın, us dışı bakışlarla izliyordum. Yıllar önce, bir radyo programımda konuğum olan İsmail Gülgeç’in  yaşadıklarını, onun gözüyle canlandırıyordum. Sanki, ilk basamağın altında devleşen  merdivenlere koşut yücelen engel tanımaz yaşamların güçlü tırmanışını belleğimin derinliklerinden bu güne taşıyordum.
Ne yazık ki bana yaşam  enerjisi veren,  tanışmak şansına erişmekten onur duyduğum bu üç değerli kişi, şimdi aramızda değil ama kalıcı erdemleri, saygın kişilikleri ve yapıtlarıyla örnek olmayı sürdürüyorlar...

Ne diyordu İlhan Selçuk,"Pitekentropus Erektus” adlı yazısında;
"Milyonlarca yıllık geçmişin  karanlıklarından kopup gelen oluşumda insanlaşan  yaratığın serüveni ilginçti.
Hayvan gibi yürürken içsel bir dürtüyle iki ayağı üzerine nasıl dikilmişti insan.
Çevresindeki eştürleri, 'Pitekentropus Erektus’a kimbilir nasıl bir şaşkınlıkla bakmışlardı.
İnsan türü içinde ayağa kalkan ilk atamız ..
Selam sana!”

Diyorlar ki, penguenler yeryüzünde yaşayan en paylaşımcı canlı türüymüş. Belgeselleri izlendiğinde, yaşamları, çoğalmaları, türlerini sürdürme çabaları tam bir görsel şölen.

Bana gelince  uzun süredir soluk alma güçlüğü içinde yaşamımı sürdürürken, kullandığım kortizonların etkisiyle bir de yürüme güçlüğü  çekmeye başlamıştım. Bu durum yaşamımı güçleştirirken beni, umutla umutsuzluğun sarmalında bir karar vermeye yöneltmişti.
Benim için, doktorum Prof. Dr. Fahri Erdoğan’ın, doğru dürüst soluk alamayan, kan grubunun Rh faktörü bile değişken  bir kişiye çift taraflı kalça kemiği operasyonu yapmayı göze alması ilginçti. Doktorumun bilgisini, kendine güvenini, yüreklendirici tavrını, Asımımın, Sabişimin, Gizem’ciğimin ve Teocuğumun verdiği güce katıp, umutla  pekiştirebildim.  
Sonuç, yeni evimde, nefis deniz manzarası içinde, gün doğuşunu izleyebiliyor olmanın sevinciyle dolup taşmak…

Şimdi ise FiizikTedavi Uzmanı Dr. Pınar Turan'ın verdiği sporları yaparak ayaktayım. Biraz penguene biraz da,
"Pitekentropus Erektus’a" benzer yürüyorum.
Kısa bir süre sonra "Özgür Yaşamlar” için emek vererek geleceği adımlayacağıma inanıyorum; yaşamı avuçlarımda sıkıca kavrayarak.

Meğer insan her yaşta yeniden doğuşun içgüdüsel çığlığını duyumsayabiliyormuş...
                                                                                                       
                                                                                                                  

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Bunaltı


DÜN SİLİVRİ’DEYDİM



Her Silivri dönüşünde yazmak istediğim, bir bakıma,“yazmak yeniden yaşamak” olduğundan yüreğim dayanmadığı için yazamadığım, yazıp da bilgisayarımda saklı tuttuğum, pek çok dünü yaşadım ama bu kez orada yaşananları yazmaya, kendime saklamadan duyurmaya kararlıyım. Benimle duruşmayı izleyenlerden,”Her duruşmada yaşanan tuhaflıklardan, dünün ne farkı vardı ki?” diyenleri duyar gibiyim. Haklılar belki ama ben hiçbir duruşmada bu kadar çok güldüğümü, bu kadar çok sağa sola bakarak gazeteci arkadaşlara hayretle, yüksek sesle denebilecek biçimde şaşkınlığımı belirttiğimi anımsamıyorum.

29 Haziran 2012  günü duruşma salonundaydım..Hiçbir gazetede yazmayan bir  gazeteci olarak, kendime verdiğim görev tarihe tanıklık etmek olduğundan, pek çok kez girmiştim o salona, Ergenekon ve Balyoz adlı, absurd (saçma tuhaf) duruşmaları izlemek için. Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek çirkinlikte, hukuk dışı olarak, cezaevine konuşlandırılmış olan bu duruşma salonu, dün bana, gün içinde ansızın beliren geceyi yaşattı. Gördüklerim ürkütücüydü. Sanıklarla izleyicileri birbirinden ayıran, ön sırada oturan izleyicilerin neredeyse adım atamayacağı yakınlıkta, çok kaba ve çirkin, kalın, yuvarlak, parlak gri metalden, yüksek denebilecek parmaklıklardan oluşan bir koridor yapılmıştı. Koridorun iki ucunda Jandarmalar nöbet tutuyorlardı. Kim bilir, belki de sanıklar ya da yakınları, birbirlerine kazara sevgi, özlem refleksiyle ellerini uzatırlarsa, kıyamet kopabilirdi. İlk baştaki düzenlemede, duruşma salonun seyircilere ayrılan kısmını üçe bölerek oluşturulmuş bulunan girişlere, yeni yapılan bu garabet koridor engelinden sonra, dışarıdan gelen tutuksuz sanıkların, avukatların, gazetecilerin geçebilmeleri için  yine parmaklıklardan oluşan birer kapı yapılmıştı. Sanıklar, savunmanlarından, gazetecilerden bu kalın parmaklıklarla uzaklaştırılmıştı. Duruşma aralarında bağırarak birbirlerine seslenmek dışında, kimse kimseyle konuşamıyordu. Hiç de hak etmedikleri bir yerde yıllardır tutulan, tanıdığım tanımadığım pek çok kişinin garip bir yargı çuvalına birlikte atılarak sözde yargılandıkları bu yüz karası mekanda, izleyicilerden A.C’nin düş gücü, bir anda tüm engelleri yıkıverdi. Parmaklıklara abanarak bu gereksiz koridordan sıçrar gibi hamle yapıp duran  Mustafa Balbay, ona sevgiyle seslenenlere, aslında kendisine verilmesi gereken dayanma gücünü, ona pek yaraşan paylaşımla dağıtmaya çalışıyordu ki A.C’ nin yaratıcı sesi salonda çınladı “Ne o Balbay, bacaklarının üzerinde yaylanıp, Afyon Ovası’na atlamayı mı düşünüyorsun?...” Oysa aynı hareketleri A.C de yapıyordu. Sevgi ve özlem dolu bağırtılar arasındaki karmaşada, bu garabet koşullarda, beden dilinden başka, nasıl iletişim kurulabilirdi ki?

Sanırım bugünkü hareketliliğin bir nedeni de verilen öğle  arasından önceki duruşmanın yarattığı traji komik durumdu. O sabah, İtirafçı Ulaş Özer, Mahkeme Heyetine ifade veriyordu. Sorgulanan itirafçıya sorulan sorulardan, konunun, Susurluk davasıyla ilgili olduğunu güçlükle anlayabildim. İtirafçı, silahların kendi evinde bulunmasının nedenlerini açıklarken, suçladığı kişilerle ilgili inandırıcılıktan yoksun söylemlerde bulunuyordu. Konuşmaları öyle tuhaftı ki bir ara bizlere, silahların evinde olduğunu,  kendisinin ihbar etmiş olabileceğini bile düşündürdü. Herkesi şaşkınlığa uğratıyor, saçmalıklarıyla güldürüyordu. Oynanan, bir durum komedisiydi. Ne yazık ki hiç kimse, yüksek sesle gülemiyordu.. Sayın Atilla Sertel’in, özet betimlemesiyle İtirafçı, Bilmediği bir adamı, bilmediği bir yerde, bilmediği birinden görev alarak, bilmediği bir silahla öldürmekle görevlendirilmişti. Bildiği tek şey, tutuksuz sanıklardan polis memuru Yusuf Etem Akbulut’un, bilmediği kişiyi öldürmek için görevlendirilmiş olan kendisine, şoförlük yaptığıydı. Ona göre, göreve birlikte gitmişler ama görevi yerine getiremeden dönmüşlerdi.O gün, bir resmi görevden yorgun argın evine döndüğünü belirten, polis memuru Yusuf, gece yarısı, bilmediği bir adamı öldürmek için görevlendirilmiş olan TİKkO davası ve PKK sanıklarından olan, ceza evinden bu görevlendirme nedeniyle çıkartıldığını söyleyen, itirafçı Ulaş Özer tarafından uyandırılıp, bu garip göreve sorgusuz sualsiz gittiği suçlamasıyla karşı karşıyaydı. Bu suçu  kabul etmiyordu. Böyle bir göreve gitmediğini kanıtlamak için, İtirafçı Özere sorduğu sorular, hakim tarafından, sık sık,“yorum yapma, sorunu sor!” diye kesiliyordu. Bana göre, polis memuru Akbulut, duruşma hakimin “yorum yapma!” emrini ustaca yerine getirmede oldukça başarılıydı. Sorabildiği  pek çok soruya itirafçı Ulaş Özer, konuyla ilgisi olmayan yanıtlar veriyordu. Örneğin, polis memuru Akbulut’un, yorumsuz sorabilmek için oluşturduğu soru şöyleydi:“Görevi yerine getirmeden döndüğünüzde, size görev verenler, niçin görevi yerine getirmediniz, diye sorduklarında, ne cevap verdiniz?” Bu soruyu; İtirafçı Ulaş Özer, Mahkeme heyetine karşı, şöyle yanıtlıyordu: ”Efendim, ben bu soruyu bir görevle yanıtlamak istiyorum. Bir gün kırsaldaki bir habercimizden, kendi evine baskın düzenleneceğini öğrendik. O eve baskın yapanları etkisiz kılmak için görev aldım. Eve gittim. Baskın yapan üç kişiyi öldürdüm. Haberciyle birlikte öldürdüğüm kişileri ormana götürüp gömdüm. Hakim bey, ben bu sorulara muhatap olmak istemiyorum. Eğer benim bir faili meçhulüm varsa cezaya razıyım. Hayatta hiç faili meçhulüm. Olmadı!

Böyle sürüp giden davada dün, sanık sandalyelerinde, Orgeneral Hurşit Tolon,  Apo’yu sorgulayan kıdemli Albay Atilla Uğur, ve pek çok subay asker; gazeteci ve öğretim üyeleri, Mehmet Perinçek, Doğu Perinçek, Tuncay Özkan, Mustafa Balbay daha adını buraya yazamadığım yüreği yurt ve insan sevgisiyle dolu kişiler,. Haa! Bir de verilen arada yanımda duran gazeteci öğretim üyesi büyüğü,Cüneyt Akalın’a ,sesini duyurmaya çalışan Deniz yıldırım; vardı.”Ales puanım çok iyi puanımın henüz geçerliliği var. Doktora yapmak istiyorum. Ah şuradan bir çıkabilsem kendim araştırabilirim ya! Bana doktora programlarını bildirebilir misiniz ağabey?“

Feride Esen Bilgin

26 Nisan 2012 Perşembe

İZİNLİ KIYIMA DİKKAT!

23 Nisan Hürriyet Gazetesi Akdeniz Ekindeki Haber.

Antalya Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi'nin bahçesindeki asırlık çam ağaçlarının kesilmesi vatandaşların tepkisine yol açtı.
Antalya Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi'nin bahçesindeki asırlık çam ağaçlarının kesilmesi vatandaşların tepkisine yol açtı.
Görevli öğretmenler kesimin izinli yapıldığını belirtti. Konyaaltı Caddesi'ndeki Antalya'nın en köklü eğitim kurumlarından Antalya Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi'nin bahçesinde bulunan asırlık çamlardan 13'ü kesildi. Asırlık çamların birgünde oduna dönüştürüldüğü olay okul çevresindeki bazı vatandaşların tepkisine yol açtı. Bir kadının 'Yaş kesen baş keser, kıymayın bu asırlık ağaçlara' şeklindeki yalvarışlarına rağmen ağaçlar kesildi. Ağaçların okul bahçesinde tehlike arzetmesi nedeniyle Orman Bölge Müdürlüğü'den alınan izinle kesildiği belirtildi. Çevredeki vatandaşların şikayeti üzerine polisin de olay yerine geldiği kesim sırasında, okulun görevli öğretmenleri kesim için aldıkları izni göstererek, ağaçların kesim işlemini sürdürdü.

Haberde sözü geçen "Bir kadın" bendim. Engelleyemediğim kıyım  nedeniyle aşağıdaki yazıyı yazdım. Sonradan öğrendiğime göre daha orada çok ağaç kesilecekmiş. Mahalle sakinlerinin ve öğrencilerin sağlığını etkileyecek püskürtme boya atölyesi yapılacakmış ağaçların yerine. Bu işlemi yapacak makinalar bile alınmış.

                                  İZİNLİ KIYIMA DİKKAT!

Mustafa Balbay, baharı şu anda hücreden görse de doğayı, ağaçları bence en iyi anlatan yazar Çam ağaçlarını kendi kendini budadıklarını ondan öğrenmiştim; o da bir köylüden öğrendiğini söylüyordu yazısında. O yazıda Nisan ayında gözlediği çamların yeşermesiniı şöyle anlatmıştı: “Her çamın ayrı yaprak üretme yöntemi var. Şaşırıp kaldım. Kısa yapraklı çamların uçlarındaki tomurcuklar Nisan sonunda bir bir içlerindeki yaprakları çıkarmaya başladı. En dıştaki kahverengi sarmal usul usul uca doğru gitti. Onu, alttaki yapraklar itiyor olmalı... En uçtan yere düştü, taptaze yaprakları dalların ucuna kondurup gitti. Yeni açık yeşil yapraklarla eski koyu yeşil yapraklar arasında öylesine büyük fark var ki, neredeyse siyahla beyaz kadar(…)Hey gidi doğa, açık yeşille koyu yeşilin bu kadar farklı olabiileceğini düşünemezdim ...”
Ben de dört mevsim, renklerini gözlediğim çamlara en az Sevgili Balbay kadar tutkunum.
Antalya’daki evimizde görkemli gün doğumları yaşanıyordu Konyaaltı Caddesindeki Endüstri Meslek Lisesi’nin bahçesindeki yarım asırlık çamlarının arasından güneşin, kor ateşini gökyüzünün laciverdini parçalayarak yayışına pek çok kez tanık olmuştum. Lisenin bahçesindeki ağaçların, güneşle, kuşlarla dansını izlemek için çoğunlukla erkenden kalkardım. Ama 21 nisan günü beni testere sesleri uyandırdı. O güzelim çamlar; bilmiyorum hangi kör amaca kurban edilerek testere ucuyla yerlere seriliyordu.
Gövdem yarılıyor, kollarım kesiliyor gibi dayanılmaz bir acı duydum. Balkondan seslenmelerim, sokağa fırlayarak “Kıymayın bu ağaçlara!” diye yakarışlarım kar etmedi. Polis çağırdım,. Belediyeyi arattım,. Olmadı.. Ufku bezeyen güzelim çamları Antalya Orman Bölge Müdürlüğün den alınmış belgeyi(!) göstererek kıydılar.
O Belgelerin nasıl verilmiş olduğu. İstanbul’daki ranta açılan 21 okullla ilgili , olaylara bir belgesel yapımcısı olarak, stajyer öğrencilerimin çalışmalarına katkıda bulunurkenı tanık olduğum için kuşkulanmamam olanaksızdı. Hele kesimde görevlendirilmiş bir öğretmenin  kesim kararını neden aldıklarını polise bildiren, inandırıcılıktan yoksun komiklikteki şu açıklamaları bu kuşkumu güçlendiren nitelikteydi.
-Efrendim taktir edersünüz bu okulda ikibin öğrenci var; bunların sigara içmelerine mani olamıyoruz. Çamlar küspe döküyor çocuklar sigaralarını buraya atabiliyorlar onlar için tehlike arzediyor.
Ne yazık değil mi? Direnme gücünden yoksun bırakılmış öğretmenler, neye hizmet ettiklerinin bilincinde ya da değil, öğrencilerinin karşısında, nasıl bir iç acısı durum sergiliyorlar.. Oracıkta kahverengi gömlekleri ile bir Cumartesi sabahı kesilen çamların gövdelerini salaş barakaya atmakla  görevli öğrenciler, öğretmenleri tarafından sigara içip yangına neden olacakları saçma suçlamalarını,.tepkisiz, dinlemek zorunda kalmışlardı. Polisin önünde ezilip büzülerek ileri sürülen saçmalıklarla  öğretmenlerinin düştüğü durumu, o gün o öğrencilerin, yaşadıkları bu olaydan nasıl bir ders aldıklarını, ne gibi bir sonuç çıkardıklarını doğrusu çok merak ediyorum. O öğretmen nasıl bir örnek olmuştu o gencecik öğrecilere. Peki ya o emri veren okul müdürü yemyeşil çamların gövdelerinin oduna dönüşmesindeki beyin tırmalayan testere seserini vicdanını katmışmıydı..Ertesi gün, Pazar sabahının sessizliğini bozan takırtılarla açılan kamyon kasasına körpecik dalları bir izi temizlercesine acele yükletip olay yerinden uzaklaştırırken verdiği kesim kararıyla yokettiği güzelliğin yarattığı boşluğu bıraktığı çirkinliği yüreğinden arıtabilmiş miydi?
Ben neler söylüyorum. Gülüyorsunuz değil mi? 13 ağaç kesilmiş göz göre göre. Peki ya göz göre göre benim ülkemde yakılan ormanlar, telef olan hayvanlar, aç kalan insanlar, yoksullar...  Her türlü bilgiden eğitimden uzak kılınmış insanlar, Çıkarılan yasalarla yaratılan eğitim faciaları, Her gün yaşanan kadın, erkek, çoluk çocuk trafiğe, teröre kurban olan isanların dramı.. Çocuk istismarıyla, kadına yönlik şiddetle kıyılan canlar. Yalana kurban edilen aydın kıyımları. Yalan savlarla üretilen davalar, savunmadan arındırılmak üzere olan adalet. Ve can çekişen hukuk.
Ülkem kan ağlıyor…. Halk suskun… Ağaçlar kesilirken de herkes suskundu. Tek başıma haykırıyordum. Şaşkın şaşkın bana bakıyorlardı. Ömrümce böyle oldu. Tek başıma bağırdım ama kimse sesini çıkarmadı Bir gazetede resmim basılarak çıkan haberde”İzinli kıyıma  vatandaşlar tepki gösterdi” deniyordu. Buna sevinmeli mi, yine de? Bir başıma çoğalabiliyorum desenize? Heyyy! Ne duruyorsunuz, susmayın artık! Ben yalnız değilim biliyorum bunu; çıkın ortaya! Bağırın bağırın! Güzel ülkemde, doğaya, canlara, hukuka yönelik izin belgeli kıyım var!.Ne olur artık susmayın!

22 Mart 2012 Perşembe

Gönül Borcu

Artık O Bir Suskun Komutan (21Mart 2012 Cumhuriyet Gazetesinde yayınlandı.)
Feride Esen BİLGİN

Artık O Bir Suskun Komutan

Afganistan’da 12 askerin şehit düştüğü haberi “Neden biz oradayız” sorusunu gündeme getiriyor. Tıpkı yıllar önce “Neden Kore’deydik” sorusunun sorulduğu gibi. Kore’de yanı başında arkadaşlarının şehit oluşunu yaşamış, dört madalya sahibi değerli bir büyüğümüzün, genç askerlerin, komutanların kaybını duymadan yaşamdan ayrıldığı için sevineceğimi hiç düşünemezdim.


















9 Mart 2012 günü, kırk bir yıl önce ailemize katılan ablamın eşini, enişte diyemediğimiz sevgili abimizi yitirdik. Fırtınalı, gürültülü, kırılgan, sancılı, en sonunda suskunluğa bürünen 85 yıllık bir tarih, anlatıkları, anlatamadıklarıyla Muratpaşa Camii’nde, çok sevdiği Mehmetçiklerin omuzlarında, asker selamıyla sonsuzluğa yürüdü. Uncalı Mezarlığı’nda kurumakta olan bir çam ağacının kökleri arasında yer bulan bedeni, çok sevdiği, “O, benim şansım” derken bir türlü hastalığını kabullenemediği Özen’ciğinden ayrı toprakla buluştu. 3 yaşında babasız kalan bir asker çocuğu olarak Erzincan’dan İstanbul’a, oradan Ankara’ya, Ankara’dan Antalya’ya varan bir yaşam sonsuzluğa erişti. Kore gazisi, ardında kalan arkadaşlarının belleğinde geleceğin Genelkurmay başkanlığına oturtulmuş, şansızlığa kurban bir orgeneral olan, kıdemli emekli Kurmay Binbaşı Sabahattin Altınok artık uykuda. Kendisini uğurlayan kalabalıktan haberdar mı bilinmez, belki de yalnızca Özen’ini görerek, yanına geleceği günü bekleyerek, bilinmezi yaşıyor.









Ergenekon, Balyoz adlı tuzaklarla yaşanan acıları, içi sızlayarak, kükreyerek ağlayarak, bazen de susarak isyanla karşılardı. Bana Silivri duruşmalarını anlattırır, zaman zaman da öfkeyle “Sus! Yeter, dayanamıyorum!” diye kükrer, laikliğin, laik cumhuriyeti koruyanların yargılanmasına isyan ederdi. Komutanların, genç subayların, Mustafa Balbay’ın Tuncay Özkan ve tüm gazetecilerin, rektörlerin içeride olmasına isyan ederdi. Doğu Perinçek’e yapılanlar için kızar, İsviçre’de Ermeni soykırımını inkâr eden Perinçek’e iktidarın müdafi olmasına acı acı gülerdi. Haberal, Hilmioğlu ve tüm tutuklu aydınlar onun gönül birliğiyle tutukluluğu dışarda yaşadığı aydınlardı. 1. Ordu Komutanlığı’ndan emekli Hurşit Tolon tutuklandığında “Olamaz!” diye gürledi, haykırdı, çırpındı; ne yapacağını şaşırmışçasına oradan oraya seyirtiyordu. Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ tutuklandığında, sanki her şey onunla tükenmişti, sustu. Artık her şey bitmişti. Elini boşluğa uzatıyor, anlam dolu bakışlarıla bizleri izliyordu; sustu, boşluğa baktı, bir daha o konuda konuşmadı, konuşamadı...








Bugün onu yitireli bir hafta oldu. Ne ilginç ki, sevgili dostum Meriç Velidedeoğlu, abimi yitirdiğim gün olan 9 Mart’ta, Silivri’de yaşadıklarını, ölümünün yedinci gününde 16 Mart’ta yazmış. Silivri yazısı, sanki yurduna yürekten bağlı o asker için yazılmış, onun ve hepimizin isyan dolu suskunluğumuzun bir simgesi…