20 Ekim 2012 Cumartesi

                                     PENGUEN

20 Ekim 2012 Cumartesi, aylar süren aradan sonra yazmaya başlamak benim için yeni bir yaşamı  adımlamak gibi bir şey. Oldukça riskli bir amelyattan  sonra hayatı avuçlarımda hissederek penguen adımlarıyla yürümeye başladım. Bu yürüyüşüme benzetmeleriyle ad veren sevdiklerim beni güldürmeye çalışırlarken, aslında  penguenleşen adımlarıma nasıl bir anlam yüklediğimi bilseler, “Komiksin, bukadar da abartma,” diyebilirlerdi. Oysa  içimdeki duygu yüklü sevinç, her türlü abartıdan uzak yeniden doğmakla eş değerde..

Kutuplarda değildim ama penguen gibi yürürken İlhan Selçuk’un İlk insanın ayağa kalkışını irdeleyen o şiirsel anlatımını yüreğimde duyumsuyordum. Her oturup kalkışımda, tekerlekli sandalyaya oturtuluşumda Server Tanilli öğretmenin arada bir  yorulunca kendini sandalyesinden doğrultur gibi yapışındaki cilt sızısının  dayanılmazlığını, geçmişle bugünü özdeşleştirerek tam bir paylaşımla yaşıyordum.
Ameliyat öncesinde, tıpkı  bugün olduğu gibi
Eugene Ionesco’nun  "Sandalyalar" oyunundaki, çoğalan iskemlelere benzer çabuklukta artan basamakları, ilk kez görüyormuş gibi şaşkın, us dışı bakışlarla izliyordum. Yıllar önce, bir radyo programımda konuğum olan İsmail Gülgeç’in  yaşadıklarını, onun gözüyle canlandırıyordum. Sanki, ilk basamağın altında devleşen  merdivenlere koşut yücelen engel tanımaz yaşamların güçlü tırmanışını belleğimin derinliklerinden bu güne taşıyordum.
Ne yazık ki bana yaşam  enerjisi veren,  tanışmak şansına erişmekten onur duyduğum bu üç değerli kişi, şimdi aramızda değil ama kalıcı erdemleri, saygın kişilikleri ve yapıtlarıyla örnek olmayı sürdürüyorlar...

Ne diyordu İlhan Selçuk,"Pitekentropus Erektus” adlı yazısında;
"Milyonlarca yıllık geçmişin  karanlıklarından kopup gelen oluşumda insanlaşan  yaratığın serüveni ilginçti.
Hayvan gibi yürürken içsel bir dürtüyle iki ayağı üzerine nasıl dikilmişti insan.
Çevresindeki eştürleri, 'Pitekentropus Erektus’a kimbilir nasıl bir şaşkınlıkla bakmışlardı.
İnsan türü içinde ayağa kalkan ilk atamız ..
Selam sana!”

Diyorlar ki, penguenler yeryüzünde yaşayan en paylaşımcı canlı türüymüş. Belgeselleri izlendiğinde, yaşamları, çoğalmaları, türlerini sürdürme çabaları tam bir görsel şölen.

Bana gelince  uzun süredir soluk alma güçlüğü içinde yaşamımı sürdürürken, kullandığım kortizonların etkisiyle bir de yürüme güçlüğü  çekmeye başlamıştım. Bu durum yaşamımı güçleştirirken beni, umutla umutsuzluğun sarmalında bir karar vermeye yöneltmişti.
Benim için, doktorum Prof. Dr. Fahri Erdoğan’ın, doğru dürüst soluk alamayan, kan grubunun Rh faktörü bile değişken  bir kişiye çift taraflı kalça kemiği operasyonu yapmayı göze alması ilginçti. Doktorumun bilgisini, kendine güvenini, yüreklendirici tavrını, Asımımın, Sabişimin, Gizem’ciğimin ve Teocuğumun verdiği güce katıp, umutla  pekiştirebildim.  
Sonuç, yeni evimde, nefis deniz manzarası içinde, gün doğuşunu izleyebiliyor olmanın sevinciyle dolup taşmak…

Şimdi ise FiizikTedavi Uzmanı Dr. Pınar Turan'ın verdiği sporları yaparak ayaktayım. Biraz penguene biraz da,
"Pitekentropus Erektus’a" benzer yürüyorum.
Kısa bir süre sonra "Özgür Yaşamlar” için emek vererek geleceği adımlayacağıma inanıyorum; yaşamı avuçlarımda sıkıca kavrayarak.

Meğer insan her yaşta yeniden doğuşun içgüdüsel çığlığını duyumsayabiliyormuş...
                                                                                                       
                                                                                                                  

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Bunaltı


DÜN SİLİVRİ’DEYDİM



Her Silivri dönüşünde yazmak istediğim, bir bakıma,“yazmak yeniden yaşamak” olduğundan yüreğim dayanmadığı için yazamadığım, yazıp da bilgisayarımda saklı tuttuğum, pek çok dünü yaşadım ama bu kez orada yaşananları yazmaya, kendime saklamadan duyurmaya kararlıyım. Benimle duruşmayı izleyenlerden,”Her duruşmada yaşanan tuhaflıklardan, dünün ne farkı vardı ki?” diyenleri duyar gibiyim. Haklılar belki ama ben hiçbir duruşmada bu kadar çok güldüğümü, bu kadar çok sağa sola bakarak gazeteci arkadaşlara hayretle, yüksek sesle denebilecek biçimde şaşkınlığımı belirttiğimi anımsamıyorum.

29 Haziran 2012  günü duruşma salonundaydım..Hiçbir gazetede yazmayan bir  gazeteci olarak, kendime verdiğim görev tarihe tanıklık etmek olduğundan, pek çok kez girmiştim o salona, Ergenekon ve Balyoz adlı, absurd (saçma tuhaf) duruşmaları izlemek için. Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek çirkinlikte, hukuk dışı olarak, cezaevine konuşlandırılmış olan bu duruşma salonu, dün bana, gün içinde ansızın beliren geceyi yaşattı. Gördüklerim ürkütücüydü. Sanıklarla izleyicileri birbirinden ayıran, ön sırada oturan izleyicilerin neredeyse adım atamayacağı yakınlıkta, çok kaba ve çirkin, kalın, yuvarlak, parlak gri metalden, yüksek denebilecek parmaklıklardan oluşan bir koridor yapılmıştı. Koridorun iki ucunda Jandarmalar nöbet tutuyorlardı. Kim bilir, belki de sanıklar ya da yakınları, birbirlerine kazara sevgi, özlem refleksiyle ellerini uzatırlarsa, kıyamet kopabilirdi. İlk baştaki düzenlemede, duruşma salonun seyircilere ayrılan kısmını üçe bölerek oluşturulmuş bulunan girişlere, yeni yapılan bu garabet koridor engelinden sonra, dışarıdan gelen tutuksuz sanıkların, avukatların, gazetecilerin geçebilmeleri için  yine parmaklıklardan oluşan birer kapı yapılmıştı. Sanıklar, savunmanlarından, gazetecilerden bu kalın parmaklıklarla uzaklaştırılmıştı. Duruşma aralarında bağırarak birbirlerine seslenmek dışında, kimse kimseyle konuşamıyordu. Hiç de hak etmedikleri bir yerde yıllardır tutulan, tanıdığım tanımadığım pek çok kişinin garip bir yargı çuvalına birlikte atılarak sözde yargılandıkları bu yüz karası mekanda, izleyicilerden A.C’nin düş gücü, bir anda tüm engelleri yıkıverdi. Parmaklıklara abanarak bu gereksiz koridordan sıçrar gibi hamle yapıp duran  Mustafa Balbay, ona sevgiyle seslenenlere, aslında kendisine verilmesi gereken dayanma gücünü, ona pek yaraşan paylaşımla dağıtmaya çalışıyordu ki A.C’ nin yaratıcı sesi salonda çınladı “Ne o Balbay, bacaklarının üzerinde yaylanıp, Afyon Ovası’na atlamayı mı düşünüyorsun?...” Oysa aynı hareketleri A.C de yapıyordu. Sevgi ve özlem dolu bağırtılar arasındaki karmaşada, bu garabet koşullarda, beden dilinden başka, nasıl iletişim kurulabilirdi ki?

Sanırım bugünkü hareketliliğin bir nedeni de verilen öğle  arasından önceki duruşmanın yarattığı traji komik durumdu. O sabah, İtirafçı Ulaş Özer, Mahkeme Heyetine ifade veriyordu. Sorgulanan itirafçıya sorulan sorulardan, konunun, Susurluk davasıyla ilgili olduğunu güçlükle anlayabildim. İtirafçı, silahların kendi evinde bulunmasının nedenlerini açıklarken, suçladığı kişilerle ilgili inandırıcılıktan yoksun söylemlerde bulunuyordu. Konuşmaları öyle tuhaftı ki bir ara bizlere, silahların evinde olduğunu,  kendisinin ihbar etmiş olabileceğini bile düşündürdü. Herkesi şaşkınlığa uğratıyor, saçmalıklarıyla güldürüyordu. Oynanan, bir durum komedisiydi. Ne yazık ki hiç kimse, yüksek sesle gülemiyordu.. Sayın Atilla Sertel’in, özet betimlemesiyle İtirafçı, Bilmediği bir adamı, bilmediği bir yerde, bilmediği birinden görev alarak, bilmediği bir silahla öldürmekle görevlendirilmişti. Bildiği tek şey, tutuksuz sanıklardan polis memuru Yusuf Etem Akbulut’un, bilmediği kişiyi öldürmek için görevlendirilmiş olan kendisine, şoförlük yaptığıydı. Ona göre, göreve birlikte gitmişler ama görevi yerine getiremeden dönmüşlerdi.O gün, bir resmi görevden yorgun argın evine döndüğünü belirten, polis memuru Yusuf, gece yarısı, bilmediği bir adamı öldürmek için görevlendirilmiş olan TİKkO davası ve PKK sanıklarından olan, ceza evinden bu görevlendirme nedeniyle çıkartıldığını söyleyen, itirafçı Ulaş Özer tarafından uyandırılıp, bu garip göreve sorgusuz sualsiz gittiği suçlamasıyla karşı karşıyaydı. Bu suçu  kabul etmiyordu. Böyle bir göreve gitmediğini kanıtlamak için, İtirafçı Özere sorduğu sorular, hakim tarafından, sık sık,“yorum yapma, sorunu sor!” diye kesiliyordu. Bana göre, polis memuru Akbulut, duruşma hakimin “yorum yapma!” emrini ustaca yerine getirmede oldukça başarılıydı. Sorabildiği  pek çok soruya itirafçı Ulaş Özer, konuyla ilgisi olmayan yanıtlar veriyordu. Örneğin, polis memuru Akbulut’un, yorumsuz sorabilmek için oluşturduğu soru şöyleydi:“Görevi yerine getirmeden döndüğünüzde, size görev verenler, niçin görevi yerine getirmediniz, diye sorduklarında, ne cevap verdiniz?” Bu soruyu; İtirafçı Ulaş Özer, Mahkeme heyetine karşı, şöyle yanıtlıyordu: ”Efendim, ben bu soruyu bir görevle yanıtlamak istiyorum. Bir gün kırsaldaki bir habercimizden, kendi evine baskın düzenleneceğini öğrendik. O eve baskın yapanları etkisiz kılmak için görev aldım. Eve gittim. Baskın yapan üç kişiyi öldürdüm. Haberciyle birlikte öldürdüğüm kişileri ormana götürüp gömdüm. Hakim bey, ben bu sorulara muhatap olmak istemiyorum. Eğer benim bir faili meçhulüm varsa cezaya razıyım. Hayatta hiç faili meçhulüm. Olmadı!

Böyle sürüp giden davada dün, sanık sandalyelerinde, Orgeneral Hurşit Tolon,  Apo’yu sorgulayan kıdemli Albay Atilla Uğur, ve pek çok subay asker; gazeteci ve öğretim üyeleri, Mehmet Perinçek, Doğu Perinçek, Tuncay Özkan, Mustafa Balbay daha adını buraya yazamadığım yüreği yurt ve insan sevgisiyle dolu kişiler,. Haa! Bir de verilen arada yanımda duran gazeteci öğretim üyesi büyüğü,Cüneyt Akalın’a ,sesini duyurmaya çalışan Deniz yıldırım; vardı.”Ales puanım çok iyi puanımın henüz geçerliliği var. Doktora yapmak istiyorum. Ah şuradan bir çıkabilsem kendim araştırabilirim ya! Bana doktora programlarını bildirebilir misiniz ağabey?“

Feride Esen Bilgin

26 Nisan 2012 Perşembe

İZİNLİ KIYIMA DİKKAT!

23 Nisan Hürriyet Gazetesi Akdeniz Ekindeki Haber.

Antalya Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi'nin bahçesindeki asırlık çam ağaçlarının kesilmesi vatandaşların tepkisine yol açtı.
Antalya Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi'nin bahçesindeki asırlık çam ağaçlarının kesilmesi vatandaşların tepkisine yol açtı.
Görevli öğretmenler kesimin izinli yapıldığını belirtti. Konyaaltı Caddesi'ndeki Antalya'nın en köklü eğitim kurumlarından Antalya Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi'nin bahçesinde bulunan asırlık çamlardan 13'ü kesildi. Asırlık çamların birgünde oduna dönüştürüldüğü olay okul çevresindeki bazı vatandaşların tepkisine yol açtı. Bir kadının 'Yaş kesen baş keser, kıymayın bu asırlık ağaçlara' şeklindeki yalvarışlarına rağmen ağaçlar kesildi. Ağaçların okul bahçesinde tehlike arzetmesi nedeniyle Orman Bölge Müdürlüğü'den alınan izinle kesildiği belirtildi. Çevredeki vatandaşların şikayeti üzerine polisin de olay yerine geldiği kesim sırasında, okulun görevli öğretmenleri kesim için aldıkları izni göstererek, ağaçların kesim işlemini sürdürdü.

Haberde sözü geçen "Bir kadın" bendim. Engelleyemediğim kıyım  nedeniyle aşağıdaki yazıyı yazdım. Sonradan öğrendiğime göre daha orada çok ağaç kesilecekmiş. Mahalle sakinlerinin ve öğrencilerin sağlığını etkileyecek püskürtme boya atölyesi yapılacakmış ağaçların yerine. Bu işlemi yapacak makinalar bile alınmış.

                                  İZİNLİ KIYIMA DİKKAT!

Mustafa Balbay, baharı şu anda hücreden görse de doğayı, ağaçları bence en iyi anlatan yazar Çam ağaçlarını kendi kendini budadıklarını ondan öğrenmiştim; o da bir köylüden öğrendiğini söylüyordu yazısında. O yazıda Nisan ayında gözlediği çamların yeşermesiniı şöyle anlatmıştı: “Her çamın ayrı yaprak üretme yöntemi var. Şaşırıp kaldım. Kısa yapraklı çamların uçlarındaki tomurcuklar Nisan sonunda bir bir içlerindeki yaprakları çıkarmaya başladı. En dıştaki kahverengi sarmal usul usul uca doğru gitti. Onu, alttaki yapraklar itiyor olmalı... En uçtan yere düştü, taptaze yaprakları dalların ucuna kondurup gitti. Yeni açık yeşil yapraklarla eski koyu yeşil yapraklar arasında öylesine büyük fark var ki, neredeyse siyahla beyaz kadar(…)Hey gidi doğa, açık yeşille koyu yeşilin bu kadar farklı olabiileceğini düşünemezdim ...”
Ben de dört mevsim, renklerini gözlediğim çamlara en az Sevgili Balbay kadar tutkunum.
Antalya’daki evimizde görkemli gün doğumları yaşanıyordu Konyaaltı Caddesindeki Endüstri Meslek Lisesi’nin bahçesindeki yarım asırlık çamlarının arasından güneşin, kor ateşini gökyüzünün laciverdini parçalayarak yayışına pek çok kez tanık olmuştum. Lisenin bahçesindeki ağaçların, güneşle, kuşlarla dansını izlemek için çoğunlukla erkenden kalkardım. Ama 21 nisan günü beni testere sesleri uyandırdı. O güzelim çamlar; bilmiyorum hangi kör amaca kurban edilerek testere ucuyla yerlere seriliyordu.
Gövdem yarılıyor, kollarım kesiliyor gibi dayanılmaz bir acı duydum. Balkondan seslenmelerim, sokağa fırlayarak “Kıymayın bu ağaçlara!” diye yakarışlarım kar etmedi. Polis çağırdım,. Belediyeyi arattım,. Olmadı.. Ufku bezeyen güzelim çamları Antalya Orman Bölge Müdürlüğün den alınmış belgeyi(!) göstererek kıydılar.
O Belgelerin nasıl verilmiş olduğu. İstanbul’daki ranta açılan 21 okullla ilgili , olaylara bir belgesel yapımcısı olarak, stajyer öğrencilerimin çalışmalarına katkıda bulunurkenı tanık olduğum için kuşkulanmamam olanaksızdı. Hele kesimde görevlendirilmiş bir öğretmenin  kesim kararını neden aldıklarını polise bildiren, inandırıcılıktan yoksun komiklikteki şu açıklamaları bu kuşkumu güçlendiren nitelikteydi.
-Efrendim taktir edersünüz bu okulda ikibin öğrenci var; bunların sigara içmelerine mani olamıyoruz. Çamlar küspe döküyor çocuklar sigaralarını buraya atabiliyorlar onlar için tehlike arzediyor.
Ne yazık değil mi? Direnme gücünden yoksun bırakılmış öğretmenler, neye hizmet ettiklerinin bilincinde ya da değil, öğrencilerinin karşısında, nasıl bir iç acısı durum sergiliyorlar.. Oracıkta kahverengi gömlekleri ile bir Cumartesi sabahı kesilen çamların gövdelerini salaş barakaya atmakla  görevli öğrenciler, öğretmenleri tarafından sigara içip yangına neden olacakları saçma suçlamalarını,.tepkisiz, dinlemek zorunda kalmışlardı. Polisin önünde ezilip büzülerek ileri sürülen saçmalıklarla  öğretmenlerinin düştüğü durumu, o gün o öğrencilerin, yaşadıkları bu olaydan nasıl bir ders aldıklarını, ne gibi bir sonuç çıkardıklarını doğrusu çok merak ediyorum. O öğretmen nasıl bir örnek olmuştu o gencecik öğrecilere. Peki ya o emri veren okul müdürü yemyeşil çamların gövdelerinin oduna dönüşmesindeki beyin tırmalayan testere seserini vicdanını katmışmıydı..Ertesi gün, Pazar sabahının sessizliğini bozan takırtılarla açılan kamyon kasasına körpecik dalları bir izi temizlercesine acele yükletip olay yerinden uzaklaştırırken verdiği kesim kararıyla yokettiği güzelliğin yarattığı boşluğu bıraktığı çirkinliği yüreğinden arıtabilmiş miydi?
Ben neler söylüyorum. Gülüyorsunuz değil mi? 13 ağaç kesilmiş göz göre göre. Peki ya göz göre göre benim ülkemde yakılan ormanlar, telef olan hayvanlar, aç kalan insanlar, yoksullar...  Her türlü bilgiden eğitimden uzak kılınmış insanlar, Çıkarılan yasalarla yaratılan eğitim faciaları, Her gün yaşanan kadın, erkek, çoluk çocuk trafiğe, teröre kurban olan isanların dramı.. Çocuk istismarıyla, kadına yönlik şiddetle kıyılan canlar. Yalana kurban edilen aydın kıyımları. Yalan savlarla üretilen davalar, savunmadan arındırılmak üzere olan adalet. Ve can çekişen hukuk.
Ülkem kan ağlıyor…. Halk suskun… Ağaçlar kesilirken de herkes suskundu. Tek başıma haykırıyordum. Şaşkın şaşkın bana bakıyorlardı. Ömrümce böyle oldu. Tek başıma bağırdım ama kimse sesini çıkarmadı Bir gazetede resmim basılarak çıkan haberde”İzinli kıyıma  vatandaşlar tepki gösterdi” deniyordu. Buna sevinmeli mi, yine de? Bir başıma çoğalabiliyorum desenize? Heyyy! Ne duruyorsunuz, susmayın artık! Ben yalnız değilim biliyorum bunu; çıkın ortaya! Bağırın bağırın! Güzel ülkemde, doğaya, canlara, hukuka yönelik izin belgeli kıyım var!.Ne olur artık susmayın!

22 Mart 2012 Perşembe

Gönül Borcu

Artık O Bir Suskun Komutan (21Mart 2012 Cumhuriyet Gazetesinde yayınlandı.)
Feride Esen BİLGİN

Artık O Bir Suskun Komutan

Afganistan’da 12 askerin şehit düştüğü haberi “Neden biz oradayız” sorusunu gündeme getiriyor. Tıpkı yıllar önce “Neden Kore’deydik” sorusunun sorulduğu gibi. Kore’de yanı başında arkadaşlarının şehit oluşunu yaşamış, dört madalya sahibi değerli bir büyüğümüzün, genç askerlerin, komutanların kaybını duymadan yaşamdan ayrıldığı için sevineceğimi hiç düşünemezdim.


















9 Mart 2012 günü, kırk bir yıl önce ailemize katılan ablamın eşini, enişte diyemediğimiz sevgili abimizi yitirdik. Fırtınalı, gürültülü, kırılgan, sancılı, en sonunda suskunluğa bürünen 85 yıllık bir tarih, anlatıkları, anlatamadıklarıyla Muratpaşa Camii’nde, çok sevdiği Mehmetçiklerin omuzlarında, asker selamıyla sonsuzluğa yürüdü. Uncalı Mezarlığı’nda kurumakta olan bir çam ağacının kökleri arasında yer bulan bedeni, çok sevdiği, “O, benim şansım” derken bir türlü hastalığını kabullenemediği Özen’ciğinden ayrı toprakla buluştu. 3 yaşında babasız kalan bir asker çocuğu olarak Erzincan’dan İstanbul’a, oradan Ankara’ya, Ankara’dan Antalya’ya varan bir yaşam sonsuzluğa erişti. Kore gazisi, ardında kalan arkadaşlarının belleğinde geleceğin Genelkurmay başkanlığına oturtulmuş, şansızlığa kurban bir orgeneral olan, kıdemli emekli Kurmay Binbaşı Sabahattin Altınok artık uykuda. Kendisini uğurlayan kalabalıktan haberdar mı bilinmez, belki de yalnızca Özen’ini görerek, yanına geleceği günü bekleyerek, bilinmezi yaşıyor.









Ergenekon, Balyoz adlı tuzaklarla yaşanan acıları, içi sızlayarak, kükreyerek ağlayarak, bazen de susarak isyanla karşılardı. Bana Silivri duruşmalarını anlattırır, zaman zaman da öfkeyle “Sus! Yeter, dayanamıyorum!” diye kükrer, laikliğin, laik cumhuriyeti koruyanların yargılanmasına isyan ederdi. Komutanların, genç subayların, Mustafa Balbay’ın Tuncay Özkan ve tüm gazetecilerin, rektörlerin içeride olmasına isyan ederdi. Doğu Perinçek’e yapılanlar için kızar, İsviçre’de Ermeni soykırımını inkâr eden Perinçek’e iktidarın müdafi olmasına acı acı gülerdi. Haberal, Hilmioğlu ve tüm tutuklu aydınlar onun gönül birliğiyle tutukluluğu dışarda yaşadığı aydınlardı. 1. Ordu Komutanlığı’ndan emekli Hurşit Tolon tutuklandığında “Olamaz!” diye gürledi, haykırdı, çırpındı; ne yapacağını şaşırmışçasına oradan oraya seyirtiyordu. Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ tutuklandığında, sanki her şey onunla tükenmişti, sustu. Artık her şey bitmişti. Elini boşluğa uzatıyor, anlam dolu bakışlarıla bizleri izliyordu; sustu, boşluğa baktı, bir daha o konuda konuşmadı, konuşamadı...








Bugün onu yitireli bir hafta oldu. Ne ilginç ki, sevgili dostum Meriç Velidedeoğlu, abimi yitirdiğim gün olan 9 Mart’ta, Silivri’de yaşadıklarını, ölümünün yedinci gününde 16 Mart’ta yazmış. Silivri yazısı, sanki yurduna yürekten bağlı o asker için yazılmış, onun ve hepimizin isyan dolu suskunluğumuzun bir simgesi…

3 Mart 2012 Cumartesi

KARABASAN

                GÜNEŞ SARP KAYALARDAN DOĞAR

Şu günlerde, içim yanarak, saygıyla, özlemle andığım, Türkan Saylan, hasta yatağında izlediği gün doğumundan etkilenerek, “Hep gün batımının renklerinden güzelliğinden söz ederiz. Oysa şafak sökerken de doğa inanılmaz güzellikte renklerle bezeliymiş; uykuda ne çok güzellikler kaçırıyoruz. Şimdiden sonra bu güzelliği olabildiğince kaçırmamaya çalışarak izleyeceğim. ” diyordu. Kelimesi kelimesine aynı değildi belki anımsadığım, buna benzer sözlerdi belleğimi deliveren. Birden, sabahın alacalı şavkında bana kendini anımsatıvermişti.
Bugün 03. Mart 2012 Antalya’dayım; gün doğumunun o gizemli güzelliğini uyanıp da su içmek için salona  çıktığım anda gördüm. Güneşin ilk ışıkları, lacivert büyük boşluğa  kırmızı, sarı tonlarını, özenle ama hızla atıyordu. Neden şafak sökmesi dediklerini şimdi daha iyi anlıyordum. Tıpkı doğumdaki kanama gibi, güneş kan kırmızılığını sanki yalnızca onun duyduğu bizim ise şaşkınlıkla izlediğimiz bir çığlıkla söker gibi dağıtıyordu doğaya. Gittikçe açılan gökyüzüne savrulan renkler, laciverdi de parçalayarak saçılıyor, pastelleşiyor, saydam bir beyazlığa dönüşüyordu. Kızıllığın ardından gelen gizemli ışık doğurduğu kırmızı tonları gökyüzüne yayarken bir yandan da yokediyordu.
Balkona çıktım; dar bir alandan görebildiğim denizin üzerinde, ufuk çizgisinde yayılmakta olan renklerde kıpırtılı bir devinim vardı. Denizin, fümeye çalan laciverdini ışıltılı renk cümbüşü yalıyordu. Esen serin rüzgar sırtıma uyarıcı bir ürpertiyle dokunmasaydı orada öylece kalacaktım.
İçeri girdim; yatmaktan vazgeçip. biilgisayarımın başına geçtim. Bu güzelliği mutlaka söze dökmeliydim. Bilgisayarımı açarken gülümsedim. Birden okumakta olduğum Umberto Eco’nun “Genç Bir Romancının İtirafları” adlı yapıtındaki şu sözler aklıma geldi.” İlk önce bir bilgisayar edinmeniz gerekiyor, doğal olarak bilgisayar sizin adınıza düşünen zeki bir alettir” Evet katılıyorum bu görüşe, benden zeki olduğu muhakkak çünkü onu, bu ileri yaşımda kullanmakta epey zorlanıyorum. Yazarın gençlere yazmayı öğütlemek için böyle bir öneride bulunması, yazılanların kalıcı olması için ne kadar önemli. Yıllarca yazdıklarımı orada burada savruk notlar olarak buldukça, bu elektronik bilginliğin benim  gençliğimde olmamasına hayıflanmamak elde değil. Yine de hayıflanmak yerine yararlanmak en iyisi diyerek yazmaya başladım.
Bilgisayarım, şafak vakti edindiğim gözlemlerimi, gün doğumunun o gizemli renklerinin gökyüzüne dağıtışındaki acelecilikle yakalayıverdi, O anlar, gözlerimden, beynime, oradan avuçlarıma kayıverdi. Parmak uçlarıma akan sözcükler, tuşlar üzerindeki harflerle silkelenerek beyaz cam üzerinde anlamlı bir kalıcılığa büründü. O anda zamanı düşündüm .Çocukluğumda yine Antalya’da ölümle burun buruna gelişim aklıma geldi. Belleğim o anları, çocukluğun saflığı içinde nasıl da kazımıştı beynime. Kucağımda sımsıkı tuttuğum, kuzenimin tavuğuna sarılarak olanları izlerken, tehlikenin ayırdında mıydım? Öyle olmalı ki, dizelere dönüşüp kalıvermiş eski bir gençlik defterinin sayfaları arasında.
                                  ZAMAN
Yedi yaşım anı yumağı
Tel tel çözüldükçe belleğimde
O günlere varıyorum
Akseki yaylalarından
İbradı bağlarına uzanıyorum
Toroslar’la ilk tanıştığım
Karpuz kamyonunda
Asılı kaldığım tepede
Kucağımdaki  tavuk
Tontonun bakışlarına eş
Şaşkın bakışlarla
Bakarken uçuruma
Çevredeki insanların
Neden korktuğunu
Kavrayamadan
Ölümün kıyısından
Dönüyorum bu günlere.

Şimdi Zaman
Dağdan aşağı yuvarlanan
Karpuzlardan ayrılan
Bana armağan bir an
Adına yaşam denen...
Ne çok şey yaşadım ö günden bu güne, yaşam gerçekten bir armağan mı?
Bugün doğduğum yerde Antalyadayım. Oysa şu an, İstanbul’da bulunmayı,Taksim'de, haksız tutukluluğu kınamayı, özgürlük için yürüyebilmeyi, cezaya dönüşen tutukluluğu, genç ya da benim yaşlarımda gazeteci arkadaşlarımla çığlık çığlığa lanetlemeyi, ne çok isterdim.
Bu yaşımda, kimin kimi cezalandırdığının algılamakta, bu kavram kargaşası ile geçen zamanda yaşananları anlamakta zorlanmam ne kötü. Lisans tezini absurd, uyumsuzluk üzerine yapmış biri olarak, canım memleketimde yaşanmakta olan acıları, niçin kavrayamıyorum? Üniversite yıllarımda içimde hissettiğim saçma kavramında anlam arama kaygım mı beni algılama yetisinden uzak tutuyor? Yoksa hep içimdeki ayrıksı bakışla, Kafka vari bir değişimi, dönüşümü isteyip de yapamanın verdiği gerçekçi bakış mı düşü kabusa çeviriyor? Bütün bunları düşünürken yine Kafka, "Özdeyişler" kitabından, fısıltıyla imdadıma yetişiverdi:
”Düz bir yerde yürüsen, ve yürümek için iyi niyet sahibi olsan da adımların geri geri gitse, o zaman seni umutsuzluğa düşürecek bir neden olabilirdi bu. Ama sarp, senin de aşağıdan gördüğün gibi sarp bir yamacı tırmandığını düşünürsen, adımlarının geri geri gitmesi, yalnızca yerin durumundan kaynaklanablir. Bu yüzden umutsuzluğa kapılmana gerek yok.”
Kafka ,haklıydı;  uzun süre çukura yuvarlanan o karpuzları, yukarı nasıl çıkarabileceğimi düşünmüştüm. Yolda kaldığımız için bize yardım etmiş olan, İbradı’ya karpuz götüren kamyoncunun zararını giderebilmekti tüm istediğim. Bir de beni uçurumdan kurtarmak isteyenler, kolumdan tuttuklarında, uçan tavuğun yamacın başından bize doğru yürüyüşündeki inatçı paytaklığı silemiyordum belleğimden.
Evet bugün 3 Mart, ‘Üç Devrim Yasası’nın yürürlüğe girdiği gün... Ne yazık ki, bu yıldönümünde . Hilafet özlemcileri ,"Eğitim ve Öğretim Birliğini yokedici girişimlerini sergilemekten çekinmiyor. Kindar dilleri ve gerici yasalarıyla  sarp kayalıklardan tırmanarak varılmış olan, adına cumhuriyet denen düzlükte, kötü niyetle geri geri yürüyorlar. Onların bu gidişine set çekmek için aslında yaşadığım kente, İstanbul’da yapılan toplantılarda, yürüyüşlerde bulunamamak yine içimi acıtıyor. Ne  var ki, belki de yaşamlarının son anlarında bana gereksinim duyan iki değerli büyüğüm  için bulunduğum Antalya’dan yazarak yüreğimi İstanbul’a katabiliyor olmam, daralan yüreğimi biraz olsun rahatlatıyor. Düşünüyorum da, teknolojiniin başarısı değil mi bu olanak? O halde bilim ve teknoloji, özgürlük arayışlarını  çoğaltırken, gericiliği de altedebilir. Bu bakışla Cumhuriyetin yarattığı düzlükten yararlanıp  geri geri yürümeyi deneyenlerin başaramayacağını, artık buradan daha rahat görebiliyorum.
Sarp kayalıklardan umutla tırmanış felsefesi, gerçekte Atatürk Cumhuriyeti’nin başkaldıran, direnişci yapısından sökülemeyen bir harç. Tıpkı her gün kanayarak doğan güneş gibi. Gökyüzünü yalayarak, denizdeki işıltıyı dalgalara katarak, kayalıkları tırmanarak, umutla yarabilir güzel ülkemi kaplayan karabasanı.

26 Şubat 2012 Pazar

ÇİZGİNİN DİLİ

EVE KAPAMA TUZAĞI BİR RÖVANŞ

17 şubat günlü "Sözün Bittiği Yer" adlı yazımda, "küçücük kız çocuklarına kadar varan dinci örtünme dayatmasını, dikkatle izlemek; dinci erkek egemen bakışın kutsal dini kadın üzerinden nasıl kullandığını,görmeyi sağlayacaktır." demiştim
İmam Hatipliler Derneği "Önder'in Başbakana ziyaretiyle verilen söz; 4+4+4 formülüyle gecikmeden gündeme sokuldu.
Türkiye Büyük Millet Meclisine iletilen Kanun teklifi jet hızıyla 28 Şubatta yasalaşmak üzere görüşülecek. Burada dikkat çekici olan Kesintisiz eğitimi yok etme eyleminin tarihi. Kindar olduğunu şiirle vurgulayan düşünce, bir yıl dönümünde kız çocuklar üzerinden rövanş alma peşinde.
Doğu ve Güneydoğuya, hatta İstanbul'un varoşlarına; çekim için gittiğimde Küçücük kızlar, "Babamı, abimi, amcamı, dayımı, lütfen razı edin, OKUMAK İSTİYORUM; ÖĞRETMEN HEMŞİRE, DOKTOR, HAKİM, KAYMAKAM, VALİ, OLMAK İSTİYORUM" diyen notlar sıkıştırıyorlardı benim ve ekip arkadaşlarımın ceplerine.
Kızları, saplantılı kör inançlarına kurban etmeye kalkan erkek egemen, baskıcı dayatma, kendine uygun yönetimi görünce, hiç vakit kaybetmeden kadını eve kapamanın yolunu buluverdi.
İnsana şaka gibi gelen, "üç çocuk, beş çocuk" söylemlerinin, güya 12 yıllık zorunlu eğitim yasası maskesinin ardında gizlenen, doğurgan çocuk gelinler, gerçeğini görmek iç karartıcı.
Hüznümü anlatacak kelimenin tükendiğini düşündüğüm anda Sevgili dostum, gazetem Cumhuriyet'in çizeri, Semih Poroy, hiçbir sözün anlatamayacağı güzellikte, çizginin diliyle anlatıverdi olanları ve bundan sonra olacakları...
Göz yaşlarımı tutamadığım bu anlatımı blog okuyucularımla paylaşmak istedim.
Yıllar önce yazdığım Semih Poroy'un da konuk olduğu izlencemde yer verdiğim şiirimi de Sevgili Poroy'a armağan olsun diye yayınlıyorum...

Cumhuriyet 26.02.2012
HARBİ SEMİH POROY




ÇİZGİNİN DİLİ
Uzun bir çizgi çizdim
Kalemin ucu kalın, çizgilerim ise kaba
İnceltmeliyim
Evet, şimdi oldu.
Kalemin ucu, çizgilerim incecik;
Ne çizeyim?

Yalnızca kısa uzun çizgiler çizmek değil amacım.
Çizmeliyim yaşamı biçim biçim..
doğayı algılayıp bulduğum yedi renge
çizgice bir ad koydum,
yaptığım gökkuşağı…
Şimdi de bir dünya kurmalıyım
çizgilerden oluşan.
Güzel için...
Abartılı büyüklükler, abartılı küçüklükler
çizmeliyim tutmak için
gerçeği …
Düşünceler,
çizgilerde damla damla yağan yağmur.
Çizgilerde insan,
bir küçücük gülücük
İlk çığlığına eş yeni doğan bebeğin
Sağanak şimdi çizgi
gözlemlerden yansıyıp, kağıtlarda doğan
şekillerin dünyası.
Adını koymalıyım..
Düşüneyim biraz derken
kağıttan bir ses geldi,
Hişştt!
Adım karikatür…

20 Şubat 2012 Pazartesi

Şimdi İçim Acıyor

SEVGİLİLER GÜNÜ
14 şubat 2012

Sosyoloji, Biyoloji ne anlar aşk’ dan sevda’dan
Bu Psikolojinin işi.
Sevgilidir birbirini seven iki kişi
köprü kurdurur, duvar ördürmez,
İnceltir, olgunlaştırır, ölçülmez
Yürekten duymak yeter.
Ruhlar sevişir aslında;
Bedenler yük çeker.

Sevgililer günümüz kutlu olsun
Murat Tunçay

Sevgililer gününde, sabahın yedisinde gelen bu şiirsel kutlama, bana yıllanmış dostluğun sevgiyle uyanışın pırıltılı sevincini yaşattı. İşte böyledir sevginin gücü.
Dost ekini bir yalnızlık anını güzelle bezeyiveriyor anımsamanın yaratıcılığıyla.
Sen de anında bir şeyler çiziktirirsin uzağı yakın edercesine çabuk.
Zaman ve uzamda birlikteliği yakalamak için.İçindeki sevinci dizelere döküverirsin coşkuyla:

SEVİNÇ
İki güzel dost, sevgiyi yaratmış
Yüreklerde.
Gözleri ufka dönmüş,
Bakarlarken geleceğe
Doğan her yeni günle
Yeniden doğmuş
Müziğin koynunda
Güzelle beslenen
Aşk adlı bilmece…
İki güzel dostla
İzmir’den
Antalya’ya
Varan aşk,
Sabahın şavkında
Alazlandı,
Eşinden uzakta
Feride’nin  gönlünde
Paylaşımın anlamıyla
çözülsün diye…

“Teşekkürler Canlarım, derken ikinci teşekkürüm bu mesajları iletmemizi sağlayan teknolojiye idi.
Bunları düşünmek, eşimden uzak olma gerçeğini bir yürek çırpıntısıyla yeniden canlandırıverdi beynimde.Aslında birbirinden pek de farklı olmayan sevgililer günü, bu erken saatlerde aşkı anımsatırken özlemi körükledi susuzluğu duyumsatan.İşte a an, bu tip günlerin ardında saklanan liberal anlayışın insana sevimli gelen tüketim tuzaklarını yenen, şiirsel anlatının devreye girdiğini gördüm, İstanbul’daki sevgiliye sunulan:

ARAYIŞ,
Kara gözlerinden
Yaşamın anlamı
Su olup akarken içime
Aşkın kırmızısına
Işıltılı Akdeniz mavisini katıp
Meltem rüzgarıyla,
havalanıyorum
Gün ortasında
Mor giysili Toroslar’ın yüceliğinden
bembeyaz bulutların ferahlığına
erişirken tutkun gönlüm
özleminle sarhoş,
ellerini arıyor
boşluğa düşen yalnızlığımda

Bu armağan içimdeki yoksunluk yüklü özlemi Bolonya’daki kızıma doğru yöneltiverdi ana yüreğinin sınır tanımazlığıyla. “Onu da kutlamalıyım” derken, bir doğum günü bahanesinin İstanbul’dan İtalya’ ya varan aşk dolu buluşmasını gözledim sevgililer gününde Venedik’te soluklanan.. O anda, yaşlı ama özlemin kıpırtısıyla coşan yüreğim uyarıcı sesle irkildi.“Dur şimdi olmaz! Gondolda yalnız aşk ezgileri işitilmeli, kaynana zırıltısından arınmış”
Şaka bir yana, 2012’nin sevgililer gününü. İzmir’den Antalya’ya, Antalya’dan İstanbul’a, İstanbul’dan İtalya’ ya varan, Ege’den esen  imbat rüzgarına kapılarak, kendi bencilliğimde yaşadım ilk kez.
Tutukevlerinde, sevenlerinden uzak; dışarıda sevdikleriyle tutsak, aşk dolu, özlem yüklü, aydınlık yüzlerin ayrılık acılarını taaa, şu ana dek görmezden gelerek; ülkemde hiçbir sorun yokmuş gibi yaparak, yüreğimi kendime bıraktım.
Şimdi yine içim acıyor…

17 Şubat 2012 Cuma

Sözün Bittiği Yer


ANADOLU KADININA SESLENİŞ
Öyle inançlı yaz ki
özgür bilincine
kendi varlığını;
silmek mümkün olmasın adını,
ne de gün ışığından saklamak seni.
Gerçeğin ışığında yürü ki aklınla,
karanlığın peçesi ile
kimse örtmesin
gül yüzünü.
Gözleyerek olup biteni
öyle güven ki kendi benliğine
Işıltılı bakışlarındaki kıvılcımla
aydınlansın çevren.
Yürüyebilsin
oğlun ve kızın
açtığın yolda,
daha mutlu yarınlar için
Ana Tanrıçanın vatanı
Anadolu’da...

Bu şiiri 2000 yılında TRT’de yayınlanan ”Düşünceden Neşeye” adlı izlencem için yazmıştım. Kadınların, kendi kimlikleri üzerindeki erkek egemen dinci ve töreci baskıya “Hayır!” demeleri gerektiğini,  öğütleyen bir çağrıydı bu. Çünkü bana göre, örtünmenin  inanç gereği olduğu, görüşü mantık dışı. Tanrı’nın yarattığı iki cinsten birini kapatıp diğerini açtığı düşüncesinin, Onun, “yüce adalet” anlayışıyla çeliştiği açık. Bu nedenle, örtünme dayatmasını, kadın kimliğini, cinsel dürtüler bahane edilerek erkek ilkelliğine, kurban eden bir eylem olarak niteliyorum.
Ne yazık ki, İnanç sömürüsü ve birtakım çıkar kaygılarıyla bu kadar belirgin bir mantıksal sonucu göremeyen kadınlar da, örtünerek özgürlüklerini koruduklarını sanıyorlar. Oysa şu günlerdeki küçücük kız çocuklarına kadar varan dinci örtünme dayatmasını, dikkatle izlemek; dinci erkek egemen bakışın kutsal dini  kadın üzerinden nasıl kullandığını, görmeyi sağlayacaktır.
İşte bir örnek:.Sanıyorum bu haberi "Sözün bittiğ iyer." olarak tanımlamak doğru olacak. 
15 Mayıs 2012 günü basında şu haber yer aldı;


 BAŞBAKAN GARANTİ VERDİ


"Zorunlu temel eğitime dördüncü sınıftan sonra 'açık öğretim' olarak da devam edilebilecek. Yani 5. sınıftan itibaren örgün eğitim dayatması olmayacak.“ Bu iddia İmam Hatip Liseleri Mezunlar Mensupları Derneği ÖNDER'e ait. ÖNDER'in Başbakan Erdoğan'ın da sıcak baktığını belirttiği bu düzenlemeyle başlarını örtmek isteyenlere de yeni alternatifler sunulmuş oluyor.
ÖNDER'in verdiği bilgiye göre; düzenlemeyle; bir yılı okul öncesi olmak üzere 13 yıla çıkacak kesintili eğitimin dördüncü sınıftan sonra "açık öğretim" olarak da devam etmesi kararlaştırılıyor. Bu sayede 5. sınıftan itibaren örgün eğitim dayatması olmayacak. Açık ve sertifikasyona göre eğitim gerçekleştirilecek. Bu durumda hem açık öğretime, hem de Kur'an Kurslarına aynı anda devam etme imkânı ile başlarını örtmek isteyenlere yeni alternatifler sunulmuş olacak.
KAYNAK: Ece Ertem / Cnnturk.com

Beklenen oldu. Başbakan sözunü tuttu. Eğitimin, Önder'in isteğine uygun düzenlenmesi için"Ana sınıfsız" olarak 4+4+4 =12 formülü ile Meclise  yasa teklifi bu gün  20 şubat ta  verildi. Bu Tam bir karşı devrim. ve gerçekten söz bitti. 

2 Şubat 2012 Perşembe

PARMAKLIKLAR


PARMAKLIKLAR

İstanbul’da oturduğum Ziverbey, eskiden sedir çamlarının bol olduğu bir semtmiş. Ağaçlar arasındaki bembeyaz ahşap köşkler, yık-yapçılar tarafından apartmana dönüştükçe o güzelim ağaçlar da yitip gitmiş. Yaşam savaşı veren tek tük sedir çamı doğa ile beton arasında sıkışıp kalmışlar. Kalmışlar kalmasına da ışığa doğru yönelişleri, kuruyan dallarını yok etme çabaları ile güngörmüş kişilerinin yalnızlık simgesi oluvermişler. Bu insan, doğa birlikteliği içinde onlara bakarken, kalın gövdelerinin kaç asırlık tanıklıkların izlerini taşıdığını merak ederim.
Sedir çamlarının toprakla kucaklaşan köklerinin fil ayağını andıran geniş tabanı, gövdeyi gökyüzüne yükselten gücü veriyor. Dalla, incecik yapraklarının birlikteliği ile yelpazeyi andıran bir yapı oluşturuyor. Dalların, esen rüzgarla birlikte toprağı selamlayışlarındaki sakinlik, onlara gizemli bir güzellik veriyor. Bu çamlar, görkemli görünüşleriyle ağlayan ağaç olarak da nitelenebilen salkım söğütlerden daha az duygusal, fakat daha anıtsal gelir bana. Ne şanslıyım ki üç katlı apartmanımızın bahçesinde asırlık iki sedir çamı, hayatta kalabilmiş. Komşu apartmanların duvar diplerindekilerle birleşince geçmişi çağrıştıran orman izlenimi veriyorlar. Yalnızca akşamları perdelerini örttüğüm pencereden, dallara konan kuşları seyrederek kahvaltı yapabiliyorum. Kargaların yuvalarına yem taşıyışlarını izleyebiliyorum. Sabah yine bu güzellikleri izleyerek çayımı yudumlarken, o gizemli kıpırtılar arasında beyaz ince yuvarlak parmaklıklar gözüme takıldı; irkildim ama birden çevredeki son köşkün de yıkılıp on katlı apartmana dönüştüğünü anımsadım. Bu parmaklıkların, da apartmanlarda son zamanlarda moda olan ‘Fransız balkon tipi’nin gereği olarak yere kadar inen camlara hem korunak, hem de balkon görüntüsü vermek için uygulandığını biliyordum. İşin ilginç yanı günümüzde moda olan bu tarzda kullanılan demir parmaklıkların estetik olduğu sanısı… Oldum olası güvenlik amacıyla uygulansa da camlar önündeki parmaklıklardan nefret ederim. Sanıyorum bunun nedeni, içimde uyandırdıkları tutsaklık hissi. Hay aksi; şimdi de benim orman görüntümü bozdular. Sedir çamları arasından görünen tarihi olmamakla birlikte, tek katlı, köşk izlenimi veren güzel bir evin yerini, benim için karabasan olan demir parmaklıklar aldı.
Sokaklar, yıkılıp yeniden yapılan balkonsuz demir parmaklıklı apartmanlarla kimliğini yitiriyor. Tıpkı, Fransız yazarı Eueneo Ionesco’nun sandalyeleri  gibi çevreyi sarıyorlar… Yine aynı yazarın Amede adlı oyunundaki aile kavgalarıyla, evin orasında burasında üreyen sevgisizliğin simgesi mantarlara benzer bir sıklıkla, pıtrak gibi üreyen parmaklıklar, kimliksizliğin simgesi oluyorlar.
Parmaklıklar, yalnızca,apartmanların balkonlarını pencerelerini kuşatmakla kalmıyor, baskının, korkunun egemen olduğunu kaygıyla hissettiğim ülkemde, varlığı kanıtlanmamış terör örgütüne üye olmakla suçlanan insanların, üstüne kapanıyor. Böyle bir terör örgütünün varlığına ilişkin hiçbir belge bulunamadığı için aslında yok hükmündeki Ergenekon adlı terör örgütüne üyelik suçlamalarıyla, delil olmayan delilerle içeri tıkılanlar için parmaklıklar, tam bir tutsaklık simgesi. Uzun tutukluluk süreleriyle parmaklıklar ardına hapsolanlar ise, yargılanıyormuş gibi yapılarak iktidarın kendisine, karşı sürekli bir tehlike varmış izlenimi yaratan paravanlar olarak işkence çekiyorlar. Gittikçe ağırlığını duyumsatan otoriter rejim hevesleri ile insan haklarının göz ardı edildiği bu ortamda karşı devrim gelişip serpiliyor. Meslektaşlarımın da aralarında bulunduğu bu cadı kazanına atılanlar; bir delinin attığı taş misali, bir yalanın ardında hücrelerdeki sonu belirsiz tutsaklıklarını kaygıyla yaşıyorlar. Bu durum aynı zamanda yakınlarını da etkiliyor., Anneler, babalar, kardeşler, eşler, gencecik oğullar, kızları, küçücük çocuklar, gerçekle kabusun karabasanında, tutuklananlarla birlikte parmaklıklar arasına sıkıştırılıyor.
Pek çok asker sivil, bürokrat, tıp doktorları gazeteci aydın, yazar yıllarca suçlarını ve ne için yargılandıklarını bilmeden, sabırla, özgürlük kıskacı olan parmaklıkların yok edileceği günleri bekliyorlar. Çünkü aşağı yukarı üç yıldır izlemeye çalıştığım duruşmalarda genellikle suç özelliği olmayan sözde delillerle, tutsak edilen kişilerin, masumiyetlerini kanıtlamaya çalıştıklarını gördüm.. Tahliye kararları veren hakimlerin yerine, adaletin yüceliğini, ses tonunun yüksekliğine indirgeyen hakimler atanıyor. Örneğin, görevden alınan yargıcın tutuksuz yargılama kararı verdiği, ordu kumandanı, delilleri karartma şüphesi ile yeniden tutuklanabiliyor. İster istemez bu duruşmada savcının mahkemeye “yeni deliller” olarak sunduğu traji komik deliller arasında en ironik olanını anımsıyorsunuz: Tamamen yasal bir toplantıya gönderilmiş olan çiçeğin, üst düzey pek çok bürokratın çelenklerinin yanında, olmasına karşın, yeni bulunan suç delili olarak, görsel sunumla belgelenmesini şaşkınlık içinde izliyorsunuz. Büyük bir olasılıkla, kumandanın haberi bile olmadan, rutin olarak gidilemeyen toplantılara özel kalemce, gönderilmiş.olan adı yazılı o çelenk yüzünden mi yeniden tutuklandı emekli orgeneral? diye düşünüyorsunuz. Belki de, delilleri karartacağı(!) şey,pardon, çiçekleri kurutacağı, düşünülerek tutuklanmıştır.Çünkü, Silivri’de son aylarda bir çiçek merakı oluşmuş; halı sahada top oynamak için ya da her neyse havalandırma için çıktığında kenardaki taşlar arasından başını uzatan yabani otun, çiçeğini koparıp odasına götürmek istedi diye, tutuklu sanığa, bir aylık sosyal etkinliklerden men cezası verilmiş. Eee, bu cezaya bakınca çiçek gönderilmesinin de suç delili olması yadırganmamalı. Çünkü bir de bakarsınız  Silivri’deki emekliler ordusu taşlar arasındaki çiçeklerle de darbe planı yapıverir. Olur mu olur…
Şaka bir yana, duruşmalarda rastladığım hukuk profesörlerine hep aynı soruyu soruyorum:
“Siz, bu tip kararları verebilen yargıçlara, o iddianameleri yazan savcılara bu kararlarını ve iddianamelerini, onlar öğrenciyken,yaptığınız bir sınav sorusunun yanıtı olarak değerlendirme durumunda olsaydınız, ne olurdu, sınıf geçerler miydi?”
Yanıtı da hep aynı oluyor: “Mezun olamazlardı
“Bu yanıtlar, Yargıtay Onursal başkanı Sami Selçuk’un şu sözlerini anımsatıyor:
“Ergenekon davası A’ dan Z’ ye siyasallaşmıştır.”
O anda 24 ocak 1993 ‘de katledilen Uğur Mumcu, 22ocak günü, o etkileyici sesiyle gazetem cumhuriyetin manşetinden süzülerek yüreğimde canlanıyor: “İmam hatip okulları ne işe yarar? Bunlar imam hatip, olmuyorlar.Yargıç, savcı oluyorlar, kaymakam oluyorlar. Yapılan bir araştırma kaymakam yetiştiren bölümlerdeki öğrencilerin yüzde 41’inin ilahiyat kökenli olduğunu gösterdi.
2000 yılına doğru baktığımızda, vali ilahiyat fakültesi mezunu, emniyet müdürü İslam enstitüsü mezunu, kaymakam imam hatip mezunu olacak.”
Uğur Mumcu  araştırmacı gazeteciliğiyle bunları görmüştü. Cumhuriyetin devrimci anlayışına karşı olanlarca parçalanarak, faili meçhul gazeteciler arasına katıldı.

Artık şimdi öldürmenin çözüm olmadığını gören karanlık güçler, yeni bir yöntem buldular; gazetecileri  tutuklayıp Mustafa Balbay’ın değişi ile ruhlarını öldürmeye çalışıyorlar
Bunları düşünürken, 28 Ocak 2012 günü Cumhuriyet Gazetesinde ‘İsteyen vekil dini yemin edebilsin’ başlıklı bir habere gözüm ilişti. Haber şöyleydi.
Yok hayır, bu haberi bugün itibariyle aktaramam: Çünkü, İleri Demokrasi’nin Katılımcı Anayasa Çalışmasına gönderilen öneriler web sitelerinden kaldırıldı. Başlangıçta özgürce tartışma amacıyla kamuya açık olduğu,belirtilerek gönderilen, yayınlanan önerilerin, yayınına TBMM uzlaşma komisyonunca gizlilik getirildi.
Tamamını burada aktaramadığım “Darbe dönemi anayasası yerine “özgürlükçü” hedefle yürütülen yeni anayasa için gelen öneriler arasında  “Laiklik ilkesinin çıkarılarak inançlara saygının” yazılmasına, “kadar varan önerilerde bulunan İmam Hatip Liseleri Mezunları Mensupları Derneği’ nin yeni anayasa önerileri arasında yer almayan ama resmi internet sitesinde yayınlanan bir projesi de“din subaylığı” Bu Proje göre “ subayların din eğitimiyle birlikte askeri eğitim de alarak ordulara katılabilecekleri. generalliğe kadar terfi edebilecekleri belirtilmekte”. Derneğin bu önerisi, 2006 yılı Ağustos ayında, "Dünya Ordularında Din Subaylığı" raporunu Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) Toplantısı öncesinde Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Milli Savunma Bakanlığı (MSB), Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanlıklarına gönderdiği ancak o zamanın yetkililerince Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Fevzi Türkeri'nin raporu okumadan iade ettiği öğrenilmişti.
 Aynı kuruluş bu kez 12.11.2007 de "Dünya Hastanelerinde Din Hizmetleri" başlıklı rapor hazırlamış, hastanelerde din görevlisi istihdam edilmesi gerektiğini savunan bir raporu kamuoyuna açıklamıştı.melere bakmayı sürdürdüğümüzde:
 Bu yıl, şubat tatilinde umreye gönderilen küçücük çocuklar, görüyoruz.
Tatil sonrası ilk öğretim okullarında Arapça derslerinin başlayacağını duyuyoruz.
Bizzat Başbakan Yardımcısı nın Diyanetin 2012’ye yönelik en önemli projesi olarak nitelediği şu açıklama bunalıyoruz:
Doğu’da mele, bizim bildiğimiz tabirle molla denilen din eğitimi almadığı halde din bilgisi olan, toplum tarafından saygı gören isimler var. Bu kişilerden Diyanet Başkanlığı olarak istifade edebilmek için daha önce çıkardığımız kanun hükmündeki kararnamede bir düzenleme yaptık. Bu tip kişilerden, Diyanet tarafından yapılacak sınavda başarılı olmaları kaydıyla sözleşmeli imam hatip olarak yararlanmak istiyoruz. Bu bir defaya mahsus olarak kullanılacak bir düzenlemedir. 1000 kişilik bir kadro öngördük. Yaptığımız hesaplamalar 800 civarında ihtiyaç olduğu yönünde.
Burada özet olarak sergilediğimiz gidişe bakıp da cumhuriyet değerlerinin nasıl bir tehlike altında olduğunu düşünmemek,” Karşı Devrim’in” taşlarının bir bir döşenmekte olduğunu görmemek  olanaksız
Ergenekon terör örgütü üyeliği suçlamasıyla  karşı karşıyayken yitirdiğimiz gazeteci yazar  İlhan Selçuk 19.Nisan 2009‘da,” Ergenekon Karşıdevrimi” adlı yazısında,
“1923 Atatürk devrimiyle çağdaşlaşan Türkiye’yi bir İslamcı düzene dönüştürmek isteyen karşıdevrim bugün iktidardadır…”
“Ergenekon bu karşı devrimin adına dönüşmüştür…” diyordu.
Ergenekon’un kaynatılan kazanında parmaklıklar arasında ya da dışında sürüp giden kaygılı yaşam, yitip giden canlar, hastalıklar, ölümler bana Giardano Bruno’yu anımsattı.
Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için tanrıyı kullanır.
Ölüm kararını bildiren yargıca,, Bruno şöyle tepki verir: "Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz".
1600 yılının Şubat ayında, Roma'da Campo de' Fiori meydanında Bruno'nun diri diri yakılması ile Kilisenin ölüm emri yerine  getirildi.
Onu diri diri yakma kararı veren engizisyon yargıçlarının adı bile bilinmiyor ama Bruno bilim yolundaki kararlı yürüyüşünü kuşaktan kuşağa sürdürerek örnek kişiliğiyle belleklerde yaşıyor.
"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım.
İstanbul’a kar yağıyor bahçemdeki asırlık sedir çamları bembeyaz yelpazelere dönüştü. Rüzgarla savrulan karlar ağaçlar arasından gördüğüm parmaklıkların arasına dolmuş. Çamlar arasında uçuşan kar taneleri dallara konup kalkan güvercinlere, kumrulara eşlik ediyor. Serçeler küçük sıçrayışlarla konup uçarak bir şeyler arıyor; soğuğa karşın doğa, cap canlı.
Hayret bugün ortalıkta hiç kara karga yok ama biraz sonra çıkarlar…

Feride ESEN BİLGİN