24 Aralık 2010 Cuma

Özgür Tutsaklık

Sanırım zaman zaman hepimiz, özgür bir ortamda olsak da kendimizi tutsak hissetmişizdir. Kendi adıma en yoğun biçimde tutsaklığı, TRT’de prodüktör (yapımcı yönetmen) olarak çalışırken, önerilerimin tümünün reddedildiği 6 yıl süren emeklik öncesi dönemde yaşamıştım. Üretkenlikten uzak tutularak görev yapmam engellenmişti. Kısacası AKP iktidarının ilk altı yılında cumhuriyetçi görüşlere karşı eylemini adeta nokta atışıyla, gerçek niyetini anlamayanları ürkütmeden yapıyordu. Yapımcıların yaratıcılıkları gasp edilerek ısmarlama programlar veriliyor, karşı çıkanlara“Siz biraz dinlenin!” deniliyordu. Bu atıl bırakılma eylemini, biz TRT çalışanları “Bankamatik memurluğu” olarak tanımlıyorduk. Şimdilerde TRT artık apaçık ekranlara yansıdığı gibi tam anlamıyla, iktidar borazanı olduğundan, bu durumun aracı olmak istemeyen çalışanların neler çektiklerini tahmin etmek hiç de zor değil. Gazeteci katilini ekrana çıkaran görev bilincinden uzak bilisizler, bu konuda tek soru sormadan, marifetmiş gibi katil Ağca’yı, “papa suikastı” ile ilgili konuşturabiliyor. Sürgünlerin, tehditlerin, emekliliğe zorlamanın gırla gittiği kurumda, İstanbul Radyosu önündeki gerçekleştirilen eylemdeki, haklı çığlıklar, önceki dönemlerde olduğu gibi, “Bir şey olmaz”cıların, “Ben işimi yürütüyorum ya gerisini boş ver!”.diyenlerin Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ cıların” uzak durması yüzünden zayıf bir katılımla gerçekleşiyor. Geç kalınmış tepkiler,manevi baskılarla emekliliğe zorlanmış kişilerin yüreğinde yumruklaşıyor…

Yalnız TRT’de mi? Ülkemizde her alanda yaşanan baskıcı oldu bittilere etkin tepki gösterememek, soluk alamama duygusunun gittikçe artan yoğunlukta duyumsanmasına neden oluyor. Çünkü bütün kaleler öylesine zapt edilmiş ki tutukluluğun cezalandırma yöntemine dönüştüğü ülkemizde, yaratılan korku imparatorluğu, fütursuz (çekinmez)saldırılarını polis gücüyle önce işçilere, sonra öğrencilere yönelik şiddete dönüştürüyor. Bir yandan da sürdürdüğü sinsi tuzaklarla eğitime gönül verenleri hedefliyor. Ülkenin en köklü en saygın sivil toplum örgütü olan ÇYDD, varlığı kanıtlanmamış, devletin MİT gibi pek çok kuruluşlarınca. “Ergenekon adlı bir terör örgütüne rastlanmadığını” belirten raporlarına, bu belgelerin, mahkeme tutanaklarına geçmiş olmasına karşın bir yalan örgüte üyelikle suçlanıyor.Pek çok üyesi hakkında takipsizlik kararı alınmış ÇYDD yönetim kadroları ve üyeleri yürekleri kızların eğitilmesi için çırpınırken, yitirdikleri Genel Başkanlarına yapılanları içlerine sindiremezken, yeni tuzaklarla karşı kaşıya kalıyorlar Bir sevgili öğretmenin, yitirdiği yüce öğretmeniyle paylaştığı“lepra emekçiliği” Saylan’dan Yüksel’e, ülkemiz gençlerine güzel bir gelecek sağlamak için çoğalırken, gelişmeden, aydınlanmadan tedirgin olanlar, cehaletten beslenenler, bilindik yöntemlerine başvuruyorlar.

Sevgili Ayşe Yüksel’in Van Üniversitesinde bükemedikleri bileğini şimdi kırmaya hazırlanıyorlar. Oysa Çağdaş Yaşam, ilkeleriyle, yöntemleriyle “Cumhuriyet Kızlarının” beşiğidir. Tam bir eğitim imecesi sürdürmektedir. Devletin yapmadığını yapmaya çalışmakta, doğu ve güneydoğuda okullar, derslikler, kız yurtları yapmakta, eğitim öğretim olanakları sağlamakta, kitap, kırtasiye, araç gereç yardımlarında bulunmakta burslar vermektedir YIBO’lara yaptığı eğitim katkıları önemli etkinliklerdir. TRT’deki yapımcılığım döneminde hazırladığım eğitim belgeselleri bunların örnekleriyle doludur. Her kim ki ÇYDD’yi burada belirtemeyeceğim sapkınlıktaki suçlamalarla yalan tezgahının çalıştırıldığı tutsaklığa sürüklemek isterse gaflet ve hıyanetle suçlanmayı hak edecektir

ÇYDD’, 1989 yılında, kızların kendileri gibi eğitilebilmesi için cumhuriyetimizin değerlerine uygun bir eğitimi amaçlayarak için kollarını sıvamış saygın bilim kadınlarının önderliğinde kurulmuştur. TRT İstanbul Radyosunda görevli iken, kuruluşunu tüm ülkeye duyurmaktan onur duyduğum Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, hiçbir iftiranın, hiçbir yalanın lekeleyemeyeceği güçtedir. Tek amacı eğitimin tek tek de olsa, daha çok gence deniz yıldızları gibi ulaşmasını sağlamaktır. “Deniz Yıldızı” projesiyle adlandırılan bu girişimi, Yapay, saygısız, benzetme, yakıştırma ve karalamalarla kirletmeye çalışmak, içine orduyu da katarak pusu kurmak, kötü niyetli, etik dışı sapkınlıklara bel bağlamış kişilerin teknolojiden yararlanarak kurguladıkları iftirayı komik ve iğrenç kılar…

Yıllar önce Köy Enstitülerini, köylü gençlerin aydınlanmasından, Köyün köyde eğitimiyle ağalık düzenini yok edebilecek köylüden korkulduğu, , toprak reformunun gerçekleşmesinden ürktükleri için kapatanlar, benzer belden aşağı yalanlar üretmişlerdi. Bu nedenle onlarca öğretmen, Başaran öğretmenin deyişi ile “Acıya sürgün” edilmişti Şimdi İse Sevgili Balbay’ın tanımıyla“Silivri Toplama Kampı’na Zulümhaneye” tutsak ediliyor ya da edilmek isteniyorlar. Gözden kaçırılmaması gereken önemli öge, çağdaş eğitime emek verenlerin Haberal’a, Bedrettin Dalan’a, Gülseven Yaşer’e, Ayşe Yüksel'e, Filiz Meriçli’ye, rektörlere, gazetecilere, askerlere, öğrencilere yönelik tuzağın yeri hep aynı toplama kampı olduğudur. Çözüm, kararlı demokratik, katılımcı birlikteliklerle, umutla tuzaklara, kirliliğe karşı çoğalarak güçlenmektir.



. Feride ESEN BİLGİN

15 Temmuz 2010 Perşembe

BALBAY ÇIKANA KADAR NÖBET SÜRECEK


Cumhuriyet 11.03.2009

BALBAY ÇIKANA KADAR NÖBET SÜRECEK - Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Birliği, Kadın Araştırmaları Derneği, CUMOK, Yurtsever Hareket ve çok sayıda yurttaş, dün yine gazetemiz bahçesinde bir araya gelerek Balbay’ın serbest bırakılmasını istedi. ■

BRUNO’DAN BALBAY’A
UYGARLIK YOLUNDA YÜRÜYEN CUMHURİYET İÇİN NÖBET… *

Devletin en son amacı. İnsanlara hükmetmek, onları korkutarak, baskı altında tutmak veya
onları başkalarının arzularına tabi kılmak değildir. Tam tersine onun hedefi, vatandaşlarının güvenlik içinde fikir ve beden yeteneklerini geliştirmesini, akıl ve idrakinden serbestçe faydalanmasını sağlamak olmalıdır. Çünkü devletin gerçek amacı özgürlüktür.
Spinoza

“Balbay çıkacak, yine yazacak!” Günlerdir böyle sesleniyor Balbay için nöbet tutan Cumhuriyet okurları.
Balbay’a “Yazma!” diyorlar… Gazeteci yazmadan durabilir mi? Okuyucular, özlemle haykırıyor. “Balbay çıkacak, yine yazacak!” Bazı tutuklular yazabiliyor, ama Balbay’a “Yazma!” diyorlar.
Balbay ne yazmış? İrticanın “Çok boyutlu... Çok cepheli... Tek hedefli...” olduğunu belgelerle kanıtlamış “Devlet ve İslam” kitabında.
“Irak Bataklığında Türk – Amerikan İlişkileri” kitabında ise, Irak bağlamında yaşananlarla, ABD’nin hem Türkiye’ye geçtiğimiz yüzyılda nasıl baktığına değinilmiş, hem de 21.yüzyılda nasıl görmek istediği ortaya konulmuş. Türkiye’nin bölgesindeki ve dünyadaki yerine ilişkin ip uçları verilmiş. Ardı ardına gelen “Suriye Raporu” ve “İran Raporu” kitapları da çok yönlü, birikimli bir gazetecinin tam bir belgesel mantığı, titizliği, duyarlılığı ile kaleme aldığı yapıtlar.
Okuyucuları onun yapıtlarındaki gözlemci gücün, gezginci yönün, araştırmacı yanın, özgün anlatımının tiryakisi olmuşlar.
Yüreği ülke sevgisiyle dolu, üretken bir yazar olan Balbay gerçeği, doğru olanı anlatabilme isteği içinde durmadan yazmış. Aydınlık Cumhuriyete, Atatürk Cumhuriyetinin erdemine olan inançla gecesini gündüzüne katmış. “Güzel faydalı olmalı” diyen Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun sanatsal bakışıyla güzeli yaşatmak amacıyla, tarihe tanıklık etmek istemiş, günlük tutmuş. Şimdi ise suçu yazmak olan tutuklu bir gazeteci Mustafa Balbay…
Yalan yanlış kurgularla basına servis edilen günlüklerinin montajlı olduğunu, savunmanları aracılığıyla belirten Mustafa Balbay’a izin verilmiyor. Gerçeği anlatmak için bir zamanlar tanık olduğu olayları, kendi günlüğünü gazetesinde yazmak istiyor ama, yazmasına izin verilmiyor. Bu hak, bırakın bir gazetecinin, yalan yanlış savlarla suçlanan her insanın en doğal savunma hakkı...
Antik Roma döneminin yazar ve öğretmenlerinden olan, Quintilianus, “Kaderin insanlara bir lûtfu da, namuslu işlerin aynı zamanda en faydalı işler olmasıdır.” der. Ama ne yazık ki, geriye gidiş özlemcileri ve işbirlikçiler için insan aklının erdemine inanan faydacılık suç sayılmaktadır. İşte bunun için Balbay’a “yazma” diyorlar.
Onlar aslında demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olan Cumhuriyeti savunan tüm yazarlara, gazetecilere karşılar. Hem gazetemize, hem de çağdaşlıktan yana olan tüm basın çalışanlarına iğrenç yalanlardan oluşan zehirli oklarını yöneltiyorlar. Uğur Dündar’a yapılanlar bunun en somut kanıtı.
Yıllar önce ortalıkta dolaşan “Sindire sindire geleceksin. Kamuda, hukukda, önemli olan her yerde, örümcek gibi ağını kuracaksın, sabırla örgütleneceksin.” yollu söylemlerle pişirilen aşın bozuk kokusu ülkeyi sarıyor. Yaratılan korku ortamında sivil darbecilerin uygulamaya koydukları emperyal amaçlı planları gerçek suç ile suçlu kavramlarını erezyona uğratıyor. Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmak ve korumak adına yüreği titreyenler, halka doğruları anlatmak için kolları sıvayan herkes suçlu sandalyesine oturtuluyor. Bu amaçla sivil toplum örgütlerince düzenlenmiş olan “Cumhuriyet mitingleri” bile
karalanıyor. Tehlikenin farkında olanlar,“Ülkem için ne yapabilirim?” diye düşünen asker - sivil tüm aydınlar, ortaçağ dönemindeki cadı avına benzer yöntemlerle susturuluyor. Özgürlükleri yaralanıyor, yok ediliyor. Teröre karşı savaşmış askerlerin onurları yara alıyor. İntiharlar yaşanıyor.
Yaratılan kargaşa ortamında, bilgi kirliliğinin şaşkınlığı ve ekonomik dengesizliği, krizlerin umarsızlığı içindeki halk ise debeleniyor. Sonra da sadaka düzeninin çöküntüsünde ya onurunu, ya da algı gücünü yitirerek teslim oluyor .
Kendi çıkarı için olumsuzluk toprağına sulayarak can veren teslimiyetçi ise işbirlikçiliğin otağında, yolsuzluğun batağında semirdikçe semiriyor..
Gözlenen bu karmaşa bizlere, ister istemez gerçeğe ulaşmak yolunda asırlar önce yaşanan acıları ve ödenen bedelleri anımsatıyor.
Belleğimizin tarih sayfalarında bulduğu, yedi yıllık işkenceden sonra yakılarak engizisyon rahiplerince ölüme mahkum edilen Giordano Bruno’yu bu güne taşıyor.
Yazar Gülsüm Cengiz’in ozan duyarlılığından esinlenerek, yaşananları sergileyelim.

Bir asker ve şair oğlu olarak İtalya’da doğan Giordano Bruno, kiliseye girdiğinde on dört yaşındaydı. Kitapları çok seviyordu. Bilime aşık olan bu özgür düşünceli genç, niçin papaz olmuştu?
Çünkü Aziz Dominik Manastırı’nın kitaplığı bilimin ışığıyla düş gücünü aydılatacak kadar büyük ve varsıldı. Ama ne yazık ki insan aklına sınır koyan öğreti, burada da kitaplara yasak koymaktaydı.
1543 yılı Kopernik’in öldüğü yıl, aynı zamanda kitabın doğduğu yıldı. Kopernik mezarında yatarken, kitabı dünyayı dolaşmaya başlamıştı. Napoli yakınlarında küçük bir kentde yaşayan genç papaz Bruno’nun eline de geçmişti bu kitap.
- Güneş!
- Ortada güneş, çevresinde ve çok uzaklarda yıldızlar kubbesi…
- Kopernik’in çizdiği bu görkemli tablo...
- Dünyanın sınırları ne kadar da geniş.
- Sanki elmas bir duvar var…
- Elmas duvar, parıltılı sınır, evet ama sınır koymak niye? Niçin durmalı? Niçin daha öteleri aramamalı?
- Sonsuzluk… Gözlerimin önünde uçsuz bucaksız evren var!..
- Peki insan nerede?
- İnsan nedir evrene kıyasla? Bir hiç mi? Hayır!..
- İnsan! Ben! Düşüncelerim! Aklım!
- Aklın sınırsızlığı!
- Bu uçsuz bucaksızlığı kavrıyorum.
- Yıldızları, atomları görüyorum.
- Ruhum kanatlanıyor. İki sonsuzluk arasındayım.
- Yıldızlar dünyası ile, zerrecikler dünyasının kanatları arasında uçuyorum.
Bu düşüncelerle hayali, sonsuz evrende dolaşırken keskin gözler peşini bırakmıyordu.
Roma’ya gittiğinde, hücresinde Roterdamlı Eresmus’un kitabının bulunduğu jurnal edilmişti. Bu baskıdan kurtulabilmek için papaz cüppesini çıkarmalıydı.
Şapka, pelerin ve belindeki kılıçla üvey evlat olan bilimi kurtarmaya gelen masal kahramanı gibiydi…
Bruno, gittiği her yerde, öğrencilerine yalanlanamaz sayılan herşeye kuşkuyla bakmayı öğretiyordu.
Özgür bir havada ne kadar kolay soluk alınıyordu; ama taasup her yerde iz sürüyordu; sorgucular boş durmuyordu. Örneğin Cenevre’de çevresinde papaz yerine esnaf görüyordu; ama bu kez erdem paraya dönüşmüştü; kim zenginse o kutsaldı. Yani burada da ikiyüzlülük kol geziyordu.
Bruno, insanlığı seviyordu ama, yine de yurdu bütün ülkelerden daha azizdi.
Bütün dünyayı kucaklamaya hazır, büyük kalpli bir insan yurdunu; yalnız kendisini seven, dar, küçük, bencil ruhlu bir insanın sevdiğinden daha fazla sever…”
Hiçbir yerde özgür düşünceye yer olmadığına göre, yurdundan ayrılmaya değer miydi?
Bilim adamı Per de la Rame Paris’te, Hezarfen Ahmet Çelebi İstanbul’da öldürülmüştü.
Kan dolaşımının sırlarını çözmeye çalışan İspanyol hekimi Servet, yazdığı kitap için Cenevre’de nasıl bir cezaya uğradı ise, Bruno da kendi ülkesinde aynı cezaya mahkûm edildi. 1600 yılında yakılarak öldürüldü.
İnsanların düşünme hakkı uğrunda savaşımlarının tarihi insanlığın kurtuluş öyküsünü oluşturuyor.
Hollandalı yazar Wilhelm Van Loon’un yapıtı olan “İnsanlığın Kurtuluş Öyküsü“nde olduğu gibi, şiddet gerçeği yokedemiyordu.. Küçük bilgi ırmağı bilisizlerin engellemelerine karşın setleri yıkıyor, genişleyerek akıyordu…
Şimdi de akacak...
Balbay çıkacak, yine yazacak!
Gerçek gün yüzüne çıkacak.
Bunu, gazeteci kimliğimle, kendini Atatürk Cumhuriyeti’ne adamış bir yurttaş olarak sonuna dek umutla, inançla savunuyorum...

Feride Esen Bilgin

*Yeniden Anadolu Ve RumeliMüdafaa-i Hukuk
2009 MAYIS ,Sayı128, Sayfa:51'de bu yazı yayınlandı."

2 Temmuz 2010 Cuma

GAZETEME TESLİM OLACAĞIM

GAZETEME TESLİM OLACAĞIM

Silivri’de, yapılan tüm savunmalar, “tutuksuz yargılanma isteği” ile sonlanıyor. “16,18, 21 aydır buradayım.” diyen, gencecik askerler, kurmay subaylar, yaşlı genç iş adamları, çevik kuvvet görevlileri “Neden buradayım?” sorusunun yanıtını almak istiyorlar. Bu subaylardan ve diğer tutuklulardan bazılarını artık savunma yaparken göremiyorsunuz: Onların adil bulmadıkları, anlamsız gördükleri bu yargılamada ‘tepkisel olarak yer almak istemediklerini’ öğreniyorsunuz. ‘Bu da bir tepkidir ama keşke savunsalar kendilerini’ diye düşünürken, bilişim teknolojisi dalında uzman, emekli deniz subayı Ataman Yıldırım’ın şu sözleriyle irkiliyorsunuz. “Arama sırasında şirketime konulan dijital belgenin sahteliğinin kanıtlanmasına karşın, ondan üretilen yeni sahte dijital belgelerle suçlanıyor ve18 aydır burada yatarak masumiyetimi kanıtlamaya çalışıyorum”
Kendisi de bir hukukçu olan Emcet Olcayto, tutukluların savunmalarını kendilerinin yaptığı cuma gününü, sürekli yinelenen bir seremoni algılaması ile cuma töreni olarak tanımlıyor. Bu niteleme, tahliye taleplerinin bire-iki reddedilmesinden doğan trajikomik bir anlatım. Salondaki basına ayrılan en kötü yerden bakınca, reddedici yargıçların birbirinden farksız görüntüleri programlanmış robotlar izlenimi bırakıyor. Davanın 70.nci duruşması olan cuma günü, ‘Savcılıkça ileri sürülen delillerin ciddiyetsizliğine ilişkin’ Sayın Olcayto’nun ileri sürdüğü kanıtları, gazeteci kimliğinizle tartıyorsunuz. Karşınıza, herkese siyaset-adalet ikileminde cuma töreni algılamasını çağrıştırabilecek bir uyum çıkıyor. Hemen sonra, sizin sabırsızlıkla beklediğiniz, çiçeklerin-ağaçların “Nerede O?” diyerek beklediği kanat çırpan sesi, duyuyorsunuz:
“Ben her iki Cumhuriyeti de aşkla seviyorum. Gazetem daha fazla satsın diye plan yapıyorum. Hacattepe ve Ankara Üniversitesi ile ODTÜ’de yüzde 20 indirimli satmak için görüştük, ‘evet’ dediler. Kışlalarda Cumhuriyet gazetesinin indirimli satılmasının neresi suç? ‘Kışlalarda olabilir mi’ diye hayal kuruyorum. Ben gazetenin daha fazla satılması için çırpındım. Keşke gazeteyi kışlalarda satabilseydik. Jandarma Genel Komutanı ile ben konuştum; iki Mehmetçik daha Cumhuriyet okuyabilseydi,. olabilir mi diye konuştuk ama olmadı. Keşke olsaydı. Buradan nasıl suç üretirler? Burada darbe iddiası varsa, demokrasiye darbe var…”
Bir meslektaşınızın tarih sayfalarına geçeceğini inandığınız düşünce yüklü sözlerindeki duygusal tınının, onu dinleyenler arasında bulunan küçük kızı Yağmur’un kara gözlerindeki yansısını gözlüyorsunuz. Sevecen, duru görüntüsüyle Gülşah Balbay’ın, eşi Mustafa ile kızı Yağmur arasında gidip gelen duygu seline ustalıkla ket vuruşuna tanık oluyorsunuz. Sonra bebek denecek yaşlardaki iki küçük çocuğu ile dinleyiciler arasında büzülmüş oturan bir astsubay eşine takılıyor gözleriniz. Bakışlarınızın gelgitleri arasında daralan yüreğiniz kabarıp çekilirken Balbay’ın, şu sözleri ile mesleğinize dönüyorsunuz: “Yassıada’dan demokrasi ticareti yapanların bu salonu görmelerini isterim. İddia makamının bizden delil ürettiği bir tabloyla karşı karşıyayız. Hukukun, polisin böyle özgürce kullandığı bir alan olmasını önleyin… Son günlerde ekranlara yansıyan Yassıada yargılanmalarına baktım. Bu salonun Yassıada’dan daha geri olduğunu gördüm. Burada, tıraş olduğum berberime söylüyorum; aman ensemi iyi tıraş et! Herkes ensemi görüyor.” Balbay’ın, salonun düzenindeki ayrıksı duruma gülmece biçiminde dikkat çekişine hayran oluyorsunuz.
Yassıada duruşmalarının bir çerçevesi bir bütünlüğü olduğundan söz eden Balbay’ın, iki mahkemeyi öz ve biçim olarak karşılaştırışındaki ustalığına özenerek bakarken, acı acı gülümsüyorsunuz: “Buradaki yargılama daha kötü, orası ihtilal mahkemesi idi burası bir ihtimal mahkemesi.”
“Savcılar bu davada bizim yaşam biçimimizi suçluyorlar” diyen Balbay’ın, “Savcı Mehmet Ali Pekgüzel duruşmadaki savunmaları hakaret olarak niteliyor. Bu iddianamede ise bize 5 bin sayfa hakaret ediliyor.” sözlerindeki isyandan etkileniyorsunuz. İddia makamının kendisini katmaya çalıştığı terör suçunu irdeleyen Balbay’ı, yeni şeyler öğrenmenin hazzı ile dinliyorsunuz: “Dünyada terör olgusu ortaya çıktığı andan beri ceza davaları değişti. Oralarda yargıçlar, terör suçunu ayırabiliyorlar. Orada terörü şöyle çerçeveliyorlar: ‘Tarihi belli olan, ortak hareket edilen, yapılandırılmış, acımasız bir kuruluş.’ Burada ise acımasız tanımını almışlar, çerçevesine boşvermişler. Bu dava, fırtınada uçan elektrik kablosu gibi kime çarpacağı belli değil. Geçen hafta terör suçuyla yargılanan Emre Baltacı görev yerine gitti; Şırnakta’ki birliğine teslim oldu. Teröre karşı savaşacak.”
“Biz her hafta sonu tahliye toto oynuyoruz Ben de tahliye olunca önce aileme, sonra gazeteme teslim olacağım.”
“Savunma süresini Avrupa ölçütleri içinde kısıtladınız aynı ölçütlere göre tutukluluk süresini de kısmak istemez misiniz?”
Silivri’de, duruşma izlerken, kabaran yüreğinizi taşımakta güçlük çekiyorsunuz Can Yücel’in ‘Sardunyaya Ağıtı’yla Tuncay Özkan’a armağan edilen sardunyaya varırken, dönüş yolunda tüm tutukluların özledikleri yıldızları arıyorsunuz. Kendi yalnızlığınıza Silvri’de kalanların bunaltısını katık ederek yol alıyorsunuz. Eve dönünce bunaltı bulantıya dönüşüyor, boşalıyorsunuz. Yüreğinizde kalan tortu, Mustafa Balbay’ ın bastırmaya çalıştığı isyanında tanım bulan, tutuklular korosuyla yankılanan, çığlık:
“Bu toplama kampının dağıtılmasını istiyoruz!.”
07.06.2010
Feride ESEN BİLGİN

9 Mayıs 2010 Pazar

Oyunlardan Oyuncaklara Bir Bakış

Oyunlardan Oyuncaklara Bir Bakış*

Bir 23 Nisan daha geçip gitti. İnsan yaşlandıkça, yıllar, aylar, günler hızla geçiyormuş gibi geliyor. Bu hızlı geçişin uyandırdığı korkuyu yenmek için olsa gerek, şimdilerde yaşlanmak yerine ‘yaş almak’ sözcüğü kullanılmaya başlandı. Zaman değişimleri de birlikte getiriyor. Değişimin güzelden yana oluşu yaşama sevinci yaratıyor; o zaman yaşlanmakta olan kişinin yüzünde anlamlı deneyimlerle geçen bir ömrün izlerini görebiliyoruz. Hiç unutmuyorum; bir izlencede yaşlı bir sanatçı estetik ameliyatlar konusunda “Ben yıllar yılar boyu yaptığım, yüzüme anlam katan o çizgilerime kıyabilir miyim, ameliyatla yok eder miyim hiç?” demişti. Emekle yoğrulan yaşlı yüzler nasıl anlamlıysa, yaşama sorumluluk boyutunda ilk adımını atan çocuk yüzleri de o denli anlamlı.
Geçtiğimiz 23 Nisan’daki, çocuk yüzlerinde geleceğe olan umudun pırıltılı tazeliği yansıyordu. Ankara’daki törenlerin açılışında görevli biri kız biri erkek sunucu, ‘resmi geçit’ başladığında, görevlerini başarıyla yapmanın sevinci ile yüzleri ışıl ışıl, yerlerine dönüyorlardı.. 23 Nisanların alışılmış bir günlük bürokratik yer değiştirme gösterisinde görev alan çocuk yüzlerinde ise arkadaşları arasından seçilmiş olmanın özgüveni yansıyordu. Heyecan ile özgüven arasındaki gelgitler onlarda, bir an önce söze başlama isteği doğuruyordu. Sergilenen, çocuklara özel ‘oyun tadındaki gösteride’ gerçek Başbakan’dan görevi bir gün için devralan 23 Nisan Başbakan’ı güzel kızın heyecan dolu sabırsızlığı, ses tonundaki tınıyla pekişiyordu. “Konuşmama başlayabilir miyim?” sorusuna Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı’nın verdiği yanıt, biz gazeteciler için gözden kaçmaması gereken önemli bir ‘haber’ değeri taşıyordu:
Oyundan gerçeğe izlenen gösteride “Yetki artık senin. İster asar, ister kesersin.” diyebilen bir Başbakan ‘çoğunluğun diktatörü’ sanısını, kameralar önünde tüm Ulus’a sergilerken, küçük kıza da son derece yanlış bir öğüt verdiğinin ayırdına varamadı. “Üzülerek söylüyorum ki Sayın Başbakanıma katılmıyorum.” diyerek Atatürk Cumhuriyetinin önemini vurgulayan küçük kıza ve tüm Ulus’a karşı ‘Başkanlık Sistemini’ savunurken sergilediği ‘Tek adam’ olma hevesinin yanlışlığını kavrayamadı. Bu nedenle oynadığı ‘anayasa değişikliği’ oyununda aslında sistemle yapılan sakıncalı dansı görmezden geldi.
Meclisteki Anayasa’ adlı oyunun ‘uyku arası anayasa oylaması” sahnesindeki baş rol oyuncusu, koltuklar arasında yıldız oyuncu tavrı ile dolaşmaktan olacak uyuyan milletvekillerinin gülmece ustalarına taş çıkartacak teatral görüntüsünü algılayamadı. .Milletvekilleri ise ekranlara yansıyan trajikomik görüntülerini.emir komuta zinciri içindeki sürekli uyku halleri nedeniyle görmediler. Kısacası, Meclis sahnesinde uyuyanlara inat, uyanık olanlara “Demokrasi bu mu?” dedirten sorunun, dramatik etkisini kimlerin kavradığı bilinemedi..
Aslında büyük bir aceleyle sahneye konulan ‘Anayasa’ adlı oyunda “Muhalefet ne derse desin ben devletim, - devlet benim; yargı ben olmalıyım; mecliste ben çoğunluğum, öyleyse millet de benim. anlamındaki tavrı gerçek Başbakan’ın. 23 Nisan Başbakan’ı küçük kıza söylediği “Yetki artık senin. ister asar, ister kesersin.” sözleriyle örtüşüyordu Bu,sözlere ters düşen ise “barış” biblosuydu. “Merkel’in kendisine armağan ettiği ‘barış güvercini’ biblosunu şiddet içeren sözlerle küçük kıza vermesi büyük çelişki..” diyecektim ki; Türkiye’ye, bilinen tavrı ile çelişen Merkel’in armağanı barış biblosu, bana ‘Truva atı’nı çağrıştırdı:
Oyun ve oyuncaklar dünyasında yeniden canlanan ‘Truva’ atından ‘Barış’ biblosuna, Merkel’den Sultan’a derken, boğazımda bir yumruk düğümlendi. Soluk almaya çalışırken Mehmet Başaran öğretmenin, Koca Bir Troya Dünya şiiri boğazımdaki düğümü belleğimde çözüverdi:
Kazılırken böğründe toplu gömütler
Senin ellerin mi bunlar Avrupa
Çırpınırken her çalıda bir yürek
Senin gözlerin mi bunlar
Nasıl bakacaksın yüzüne tarihin
Ah dünya koca bir Troya
Yaşamı savunan Hektor’u sürüklüyor
Her yerde kanlı araba
Sonra birden, beynimde oynayan tragedya 23 Nisan Başbakanı küçük kızın gülen gözlerine bırakıverdi yerini:
“Ulu önder Atatürk, en iyi yönetim şeklini cumhuriyet olarak öngörmüştür.” Belleğimde canlanan Cumhuriyet kızıydı, gördüğüm ise umut ışığı…
Gençliğin sesi yaşlılık kaygısını yenmişti. Olumsuzluğu da giderecekti, giderebilirdi…
Feride ESEN BİLGİN

*06/Mayıs/2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi sayf:17'de yayınlandı.

23 Nisan 2010 Cuma

SİLİVRİDE DURUŞMA İZLEMEK

SİLİVRİDE DURUŞMA İZLEMEK*

Hiç Silivri’ye, duruşma izlemeye gittiniz mi? Ben birkaç kez gittim.. Özellikle de gazeteci arkadaşlarımın savunmalarını izlemeye özen gösterdim.
Hüküm doğal ki yargının. İzlediğim her bir savunmada bana göre, yargıçların ‘doğruya ulaşmada’ savunmadan beklediği inandırıcılık ilkesi içtenlikle veriliyordu. Özellikle de Mustafa Balbay’ın savunmasının ilerde gazetecilik öğrencilerine “ders” olacak nitelikteki ağırlığı, özgünlüğü, tüm duruşma salonunu etkileyen güzel Türkçesiyle sergilediği bilimsel düşünce çizgisi her türlü övgüye değer nitelikteydi. Bu duruşmada bulunduğum için kendimi şanslı hissediyorum.
Duruşmaları izlemenin mesleki deneyim açısından olduğu kadar, duyarlı bir vatandaş olarak da önemli olduğuna inanıyorum. Ayrıca, biten her duruşmanın tarihe not düştüğünü sanıyor, orada olmanın ‘tarihe tanıklık etmekle’ eşdeğer olduğunu görüyorum.
Gazeteci her şeyden önce yaşadığı topluma karşı sorumludur. Bir meslektaşınızı seversiniz ya da sevmezsiniz ama onun koşullarını görmeden, savunmasını dinlemeden ‘acıma duygunuzu’ ortaya koyarsanız, acınmaya hiç de gereksinme duymayan o kişiler değil, siz ‘acınası duruma’ düşersiniz.
Montaıgne “Düşüncelerimizin en iyi aynası hayatlarımızın akışıdır.” der:
Fikri sorulan kişi görüşünü ortaya koyarken, saygıyla andığım Uğur Mumcu’nun deyişi ile “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” sıradanlığına düşer,.kendisini gazeteci değil de yargıç yerine koyarak kesin hükümde bulunursa, suçladığı kişileri bir an için kendi yerine koymadan, bilimsel deyişle ‘empati’ kurmadan suçlarsa ‘birilerinin oyuncağı olduğu’ nitelemesiyle karşı karşıya kalır. Taktığı sahte demokrasi maskesiyle “Ben hakiki demokratım” diyerek alay konusu olur. Bu durum ayrışmayı beraberinde getirirken demokrasi kavramı da örselenir.
Siz siyasal koşulların değişkenliğini düşünmez, bunalımlı bir dönemden geçildiğini görmezseniz, şu anda egemen güç olarak görünen düzenin oyuncağı olmaktan arınamazsınız. İnsan haklarının, demokrasinin ‘sömürülmeye direnmekten ve haksızlığa demokratik yöntemlerle karşı koymaktan’ geçtiğinin bilinmesi gerekir. Çünkü yetkin bilinç, şiddet üretmeyen, şiddete her durumda sonuna dek karşı çıkan bilinçtir.
Bunları düşünmeden meslektaşlarını karalayan, “Ben bu konuda tarafım” diyebilen bir kişi, suçladığı gazetecilerin duruşmalarına gitmeden, savunmalarını okumadan, bilinçsizce, bilgisizce, sorumsuzca sarf ettiği sözlerle, en az onlar kadar kendi sosyal konumunu da önyargılarına kurban ettiğini görmelidir.
Montaıgne’e göre “Bütün toptancı yargılar çürük ve tehlikelidir.”
Kamu vicdanı ’duyuncu’ açısından, uzun süren tutukluluk hali, suçlanan kişiler kadar aileleri de kaygı dolu bekleyişe itmektedir. Silivri’de savunmasını izlediğim tutuklulardan her biri yargılanmaktan kaçmadığını, yargılanmak istediklerini söylüyor. Tutukluluğun cezalandırma yöntemine dönüşmesinden yakınıyorlar. Özgürlüklerinin engellenmesinin; meslekten, aileden, sosyal çevreden kopuşla beliren psikolojik gerilimin, üzerlerinde devlet eliyle uygulanmakta olan “şiddet” algısı yaratacağı kaygısını duyuyorlar: Çünkü yasalar, kaçma şüphesi olmayan kişilerin tutuksuz yargılanma hakkı olduğunu öngörüyor.
Tolstoy “Doğru, kendini şiddete dayanmadan ortaya koymalıdır.” der.
Şiddet ise sevgiyi öldürür. Saygıyla andığımız Can Yücel, “Bir Numaralı Halk Düşmanı” adlı şiirinin sonunda şöyle seslenir:
(…)
Biliyorum suçluyum razıyım cezama
Çalmadım öldürmedim ama
Daha kötüsünü yaptım
Na’aptım biliyor musunuz Reis Bey
Tuttum insanları sevdim
Silivri’de ,savunmalarda ‘şiddet’ yerine vatan sevginin sergilendiğini görüyordum; ‘vicdan’ = ’duyunç’ kavramı, ise salonun duvarlarından yansıyıp yüreklerde otağ kuruyordu. Direnen yüreklerden akla varan düşüncede ise Spinoza sesleniyordu:
“Devlet‘in en son amacı. İnsanlara hükmetmek, onları korkutarak, baskı altında tutmak veya onları başkalarının arzularına tabi kılmak değildir. Tam tersine onun hedefi, vatandaşlarının güvenlik içinde fikir ve beden yeteneklerini geliştirmesini, akıl ve idrakinden serbestçe faydalanmasını sağlamak olmalıdır. Çünkü devletin gerçek amacı özgürlüktür. „
Feride ESEN BİLGİN

*22 Nisan 2010 perşembe günlü Cumhuriyet Gazetesinde yayınlandı.

28 Şubat 2010 Pazar

ŞARAP

ŞARAP

Gülen gözlerinde çözdüm sevgi denen bilmeceyi
Dudaklarında vardım aşkın erdemine
Yanında erdim seninle olmanın yüceliğine
Doyasıya yudumladım güveni
Yaşamın eşiğinde,
Aşımda, işimde, acıda sevinçte…
Dayandığım göğsünde
İçtiğim ;
Tanrı Dionysos ‘tan kalan
Şarap …
Kırılgan yüreğinin korunu söndüren
Bir damlacıkken
Çavlana dönüştü aşk
Sonsuzluğun beşiğinde yaşadığım:
Dinginliğe ulaşırken salınan,
Salındıkça kavrayan
Son uykuya dek sarhoş,
Mutluluğun koynunda yaşanan
Gerçek aşk,
İçtiğim şarap,...

ALGILAMA

ALGILAMA
Gizem’e
O kadın,
Yaşadı.
Sevdi.
Üretti..
Sonra;
tam yaşamın
Ortasında
hep onun için vardı...
Şimdi sonbahar
Gözlerinde yine hep o var...