26 Aralık 2009 Cumartesi

BİR CUMHURİYET KADINININ YAŞAM SENFONİSİ

BİR CUMHURİYET KADINININ YAŞAM SENFONİSİ
“REQUEM”

“Yaşam garip çelişkilerle dolu. Her gün yeni bir şey görüyorsun. Trajik, komik , olağanüstü güzel, sıradan, olağanüstü çirkin, çirkinden de çirkin, kötülükler ve iyiliklerle yapılmış bir yumak ama şarkıda söylendiği gibi What a Wonderfull World.” 13 Mayıs 2009 da bunları yazmıştı günlüğüne Ayşe Nermin Gökpınar… 07 Mayıs 1926’da doğmuştu. “Doğum günüm gazetemle aynı gün” derdi, sessizce gittiği 22 Ekim 2009 gecesine kadar. Artık okuyamasa da alınmasını istediği gazetesi yanı başında iken yaşamdan ayrıldı…
Yirmili yaşlarda yazdığı bir denemesinde, sanatın özgür olmasının gerekliliğinden söz etmişti; Cumhuriyet’in devrim görüşüne sonuna dek bağlı kalan, hukuk, amme idaresi ve tiyatro eğitimi gören; Fransızca, İngilizce bilen, piyano çalan Nermin Gökpınar, ölümünden sonra yapılmasını istediklerini, günlüğüne, geziye hazırlanırcasına doğal dizivermiş...
Öldüğüm gece ışıklar açık
Fonda senfonik müzik,
Piyano sonatları ve etütleri,
Tenor aryaları ve hafif müzik,

Ellerde kadeh,
yüzlerde gülücük ,
Bir de kediciklere bol mama
Biraz da içecek su olacak…

Can yoldaşıydı müzik; “Böylesine müziğin olduğu bu dünyadan ayrılmak istemiyorum, yahut da o bilinmeyen tarafta da dinleyebileyim.” diyen Nermin Hanım, günlüğüne 10 Mart 2009 Salı günü şunları yazmış.
“Gazetemde perşembe günü tutulan özgürlük nöbetlerini, Bedri Baykam’ın yazısını okuyorum. Birden sesi sonuna kadar kısık televizyon ekranından bir kırmızılık yansıyor gözlerime. Bu yepyeni, kıp kırmızı bir bayrağa sarılı tabut ve önünde elinde tuttuğu fotoğrafla yürüyen bir er, baygınlık geçiren yanındakilerin kollarına yığılan bir anne, babasını bir asker gibi selamlayan 7 yaşlarında bir çocuk. Açık radyomdan Berlin Filarmoni’nin o görkemli ama acı dolu viyolonselleri anlaşılmaz bir uyumla sesleniyorlar: Don’t Cray For Me. Bu yazdıklarım arasında en küçük bir abartma yok. Akıl almaz bir senkronizasyon..”
Güncedeki bu satırları okuyunca Nermin hanımın okuduğu, Bedri Baykam’ın 10 Mart Salı günkü yazısını buldum; “Oscarlı ‘Milyoner’ ve Mustafa Balbay” başlığını taşıyordu. Bu yazısında tümüyle Nermin Gökpınar’ın dikkatini çeken eşlemeye katıldığını gördüm. Yazıdan alıntıladığım şu sözler ise ekrandaki görüntülerle, radyodaki müzikle eşleşen düşüncelerdi:

(…) “Biz de bu ülkede, tam şu günlerde, ne büyük prodüksiyon sinema filmlerini, ne de tarih kitaplarını aratmayan olağan dışı günler geçiriyoruz. Siz bakmayın öyle bir şey olmamış gibi davranıp, günlük hayatlarını virgülüne kadar yaşamaya devam edenlere… Bir kısmı gerçekten ülkede neler olup bittiğini takip etmiyor, bir kısmı ise biliyor ama bu konulara Belçika 3. Lig maçları kadar bile ilgi göstermiyor. Çünkü ucunun bir gün kendine dokunacağının hâlâ farkında değil!(…)
(…)Biz artık bu ortamlara hem alışarak deliriyoruz, hem de delirerek alışıyoruz. Yoksa bu saçmalıklara hiç katlanabilir miydik? Bir olaylı gol için yürüyüş yapan koca kentler, siyasi planda tüm bir kesimin temsilcileri saf dışı bırakılırken hayata nasıl aynen devam ederler?”

Nermin Gökpınar’ın yaşadığı hüzünlü bir müzikali anımsatan olay, gözardı edemeyeceği bir rastlantı. Çünkü o, Kurtuluş Savaşına bir gece gizlice öğrencilerini göndermiş bir babanın kızıydı. O günlerle ilgili babasından duyduğu benzer aymazlıkların yinelenmesinin verdiği hüzün onu her zaman böylesine trajik duyarlılığa yöneltebiliyordu.

Ayrıca bu tip bir algılama, o dönemin devrim düşüncesini benimsemiş, böyle eğitilmiş bir kadınının yaşanan olumsuz gidişi bir türlü içine sindiremediğinin göstergesi olabilir.
“Mühendishane-i Berri Hümayun,” Mühendislik Mektebinin Müdürü olan Süleyman Sami Bey’in kızı; okuma tutkusunu babasından almış. O, mühendis olan, çok iyi resim yapan, çok iyi Fransızca konuşan babasının savaş günleriyle ilgili anılarını şöyle aktarmış bizlere:

“Babam okulun öğrencilerini bir gece içinde Haliç’e , Halıcıoğlu’na taşımış. Islak sisli, insanın içini donduran bir İstanbul gecesinde Haliç’ten sandalla geçip, Boğazın dışında bekleyen deniz araçlarıyla kaçırabilmiş onları. Taşkışla’da bulunan Mühendis Mektebi’nden öğrencileri yolcu etmenin o yılların işgal altındaki İstanbul’unda nasıl gerçekleştiğini düşünmek bile heyecan veriyor insana. Ancak bu eylemi engellemek isteyen İstanbul yönetiminin desteklemesi ile bir grup öğrenci okulda Müdür karşıtı bir başkaldırma eylemi düzenlemişler ve sonuçta babam açığa alınarak görevden uzaklaştırılmış.”

Maddi manevi sıkıntılarla geçen uzunca bir dönem yaşanmış. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başarılıp, Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da başlayıp Ankara’da tamamlanan yol haritasını izleyerek, Ankara – Sivas – Samsun demiryolu hattının yapılması kararlaştırılmış; bu hat için gerekli olan raydan, traverslerden başlayarak, lokomotiflere kadar tüm malzemenin üretildiği fabrikalarda denetlenmesi ve kabulü için Bayındırlık Vekili Süleyman Sırrı Bey tarafından görevlendirilmiş Süleyman Sami Bey. Çalışma sırasında “lambaların tipinde küçük bir değişiklik yapma karşılığında Macaristan’da bir çiftlik verilmesi” gibi önerileri anında geri çevirmiş. Üç yıla yakın kaldığı Fransa’dan görevi başarıyla yerine getirerek eşi ve iki kızıyla birlikte ülkesine dönmüş Süleyman Sami Bey. Fransa’da doğmuş olan küçük kızı Nermin Gökpınar’ı, o zamanlarda da “çift vatandaş olunabileceği” görüşünü tereddütsüz reddederek; Üsküdar nüfusuna kaydettirmiş.

Kurtuluştan kuruluşa cumhuriyet için emek veren babası ve onun gibi ‘ateş yakıcılara’ duyduğu saygıyla, inançla yaşamış Nermin, ablası Perizat Gökpınar’la birlikte…

Vedat Günyol Ateş Yakmak adlı denemesinde, “Öncüler, örnek oldukları insanlığın yaşam serüveninde yarattıklarıyla değerlendirilirler, yaptıklarıyla anılırlar.” demiş, Atatürk’ü de bu nedenle bir ateş yakıcı olarak Prometeus’a benzetmişti.

Nermin Gökpınar’da bir gün Radyodan, Beethoven’in “Prometeus’un yarattıkları” adlı yapıtını dinledikten sonra, şunları yazmış günlüğüne:
“Olağanüstü yapıtın olağanüstü yorumunun parçalarını dinledim. Anlatamayacağım kadar çok heyecanlandım. Arp, flütler, coşkulu bir orkestra, Beethoven’in hem hüznü hem başkaldırışı, bazen biri bazen öbürü üst üste çıkıyor; yapıtı dinlerken Atatürk’ü yok edip, yaktığı ateşi söndüreceklerini sanan karanlıkçılar ve gafiller hiç umutlanmasınlar, bizim Prometeus’umuzun bize armağanı olan ateş ve aydınlık kendisi ile birlikte hep yaşayacaktır.”

Onu hastaneye götürüp, Gazetemize nöbete gittiğim bir perşembe günü; “-Özgürlük ve demokrasi nöbeti tutuyorsun ne mutlu; ben hiçbir zaman eylemci olamadım onun için anılarımı sana veriyorum: ‘Bir Yaşam Beceriksizinin Anatomisi’ olarak adlandırdığım güncemi en iyi sen değerlendirebilirsin.” diyerek uğurlamıştı.

Onun yaşamını hiç de öyle “beceriksiz bir yaşam” olarak algılamadım. Bana göre iki yıl önce yitirene dek hiç ayrılmadığı ablasıyla estetik kavramına uyan bir kişilik simgesiydiler. Şiir ve müzik dolu yaşamına Çetin Işıközlü’nün ‘Ağrı Dağı Efsanesi’nin libretto yazarlığını da katmıştı Nermin Gökpınar; çiçekler, kediler, kuşlar, çocuklar, genç kızlar, delikanlılar, dostlar ve müzikle birlikteydi her an. Gizemli eğiticiliği, özgür sanat anlayışı, bir senfoniydi yaşamı…

22 Ekim 2009 Perşembe günü aramızdan ayrılan bu asil, sevecen dostumun sevgi dolu yüreği, örnek kişiliğiyle, özgürlükçü yanıyla perşembeleri belki de hep bizimle olacak cumhuriyet nöbetlerinde…

Perşembe günü gidişi bir rastlantı mı sizce?


Feride BİLGİN

2 yorum:

Teoman dedi ki...

Çok beğendim. Kısaltılmış olarak 12 Kasım 2009 Perşembe günkü Cumhuriyet Gazetesi'nde okumuştum.
Başarılar dilerim.
Teoman

Adsız dedi ki...

hayatı bölye dolu yaşamak ne güzel.Keşke hepimiz bu kadar çok anıyla dolu bu yaşamdan ayrılabilsek...sevgiler