26 Şubat 2012 Pazar

ÇİZGİNİN DİLİ

EVE KAPAMA TUZAĞI BİR RÖVANŞ

17 şubat günlü "Sözün Bittiği Yer" adlı yazımda, "küçücük kız çocuklarına kadar varan dinci örtünme dayatmasını, dikkatle izlemek; dinci erkek egemen bakışın kutsal dini kadın üzerinden nasıl kullandığını,görmeyi sağlayacaktır." demiştim
İmam Hatipliler Derneği "Önder'in Başbakana ziyaretiyle verilen söz; 4+4+4 formülüyle gecikmeden gündeme sokuldu.
Türkiye Büyük Millet Meclisine iletilen Kanun teklifi jet hızıyla 28 Şubatta yasalaşmak üzere görüşülecek. Burada dikkat çekici olan Kesintisiz eğitimi yok etme eyleminin tarihi. Kindar olduğunu şiirle vurgulayan düşünce, bir yıl dönümünde kız çocuklar üzerinden rövanş alma peşinde.
Doğu ve Güneydoğuya, hatta İstanbul'un varoşlarına; çekim için gittiğimde Küçücük kızlar, "Babamı, abimi, amcamı, dayımı, lütfen razı edin, OKUMAK İSTİYORUM; ÖĞRETMEN HEMŞİRE, DOKTOR, HAKİM, KAYMAKAM, VALİ, OLMAK İSTİYORUM" diyen notlar sıkıştırıyorlardı benim ve ekip arkadaşlarımın ceplerine.
Kızları, saplantılı kör inançlarına kurban etmeye kalkan erkek egemen, baskıcı dayatma, kendine uygun yönetimi görünce, hiç vakit kaybetmeden kadını eve kapamanın yolunu buluverdi.
İnsana şaka gibi gelen, "üç çocuk, beş çocuk" söylemlerinin, güya 12 yıllık zorunlu eğitim yasası maskesinin ardında gizlenen, doğurgan çocuk gelinler, gerçeğini görmek iç karartıcı.
Hüznümü anlatacak kelimenin tükendiğini düşündüğüm anda Sevgili dostum, gazetem Cumhuriyet'in çizeri, Semih Poroy, hiçbir sözün anlatamayacağı güzellikte, çizginin diliyle anlatıverdi olanları ve bundan sonra olacakları...
Göz yaşlarımı tutamadığım bu anlatımı blog okuyucularımla paylaşmak istedim.
Yıllar önce yazdığım Semih Poroy'un da konuk olduğu izlencemde yer verdiğim şiirimi de Sevgili Poroy'a armağan olsun diye yayınlıyorum...

Cumhuriyet 26.02.2012
HARBİ SEMİH POROY




ÇİZGİNİN DİLİ
Uzun bir çizgi çizdim
Kalemin ucu kalın, çizgilerim ise kaba
İnceltmeliyim
Evet, şimdi oldu.
Kalemin ucu, çizgilerim incecik;
Ne çizeyim?

Yalnızca kısa uzun çizgiler çizmek değil amacım.
Çizmeliyim yaşamı biçim biçim..
doğayı algılayıp bulduğum yedi renge
çizgice bir ad koydum,
yaptığım gökkuşağı…
Şimdi de bir dünya kurmalıyım
çizgilerden oluşan.
Güzel için...
Abartılı büyüklükler, abartılı küçüklükler
çizmeliyim tutmak için
gerçeği …
Düşünceler,
çizgilerde damla damla yağan yağmur.
Çizgilerde insan,
bir küçücük gülücük
İlk çığlığına eş yeni doğan bebeğin
Sağanak şimdi çizgi
gözlemlerden yansıyıp, kağıtlarda doğan
şekillerin dünyası.
Adını koymalıyım..
Düşüneyim biraz derken
kağıttan bir ses geldi,
Hişştt!
Adım karikatür…

20 Şubat 2012 Pazartesi

Şimdi İçim Acıyor

SEVGİLİLER GÜNÜ
14 şubat 2012

Sosyoloji, Biyoloji ne anlar aşk’ dan sevda’dan
Bu Psikolojinin işi.
Sevgilidir birbirini seven iki kişi
köprü kurdurur, duvar ördürmez,
İnceltir, olgunlaştırır, ölçülmez
Yürekten duymak yeter.
Ruhlar sevişir aslında;
Bedenler yük çeker.

Sevgililer günümüz kutlu olsun
Murat Tunçay

Sevgililer gününde, sabahın yedisinde gelen bu şiirsel kutlama, bana yıllanmış dostluğun sevgiyle uyanışın pırıltılı sevincini yaşattı. İşte böyledir sevginin gücü.
Dost ekini bir yalnızlık anını güzelle bezeyiveriyor anımsamanın yaratıcılığıyla.
Sen de anında bir şeyler çiziktirirsin uzağı yakın edercesine çabuk.
Zaman ve uzamda birlikteliği yakalamak için.İçindeki sevinci dizelere döküverirsin coşkuyla:

SEVİNÇ
İki güzel dost, sevgiyi yaratmış
Yüreklerde.
Gözleri ufka dönmüş,
Bakarlarken geleceğe
Doğan her yeni günle
Yeniden doğmuş
Müziğin koynunda
Güzelle beslenen
Aşk adlı bilmece…
İki güzel dostla
İzmir’den
Antalya’ya
Varan aşk,
Sabahın şavkında
Alazlandı,
Eşinden uzakta
Feride’nin  gönlünde
Paylaşımın anlamıyla
çözülsün diye…

“Teşekkürler Canlarım, derken ikinci teşekkürüm bu mesajları iletmemizi sağlayan teknolojiye idi.
Bunları düşünmek, eşimden uzak olma gerçeğini bir yürek çırpıntısıyla yeniden canlandırıverdi beynimde.Aslında birbirinden pek de farklı olmayan sevgililer günü, bu erken saatlerde aşkı anımsatırken özlemi körükledi susuzluğu duyumsatan.İşte a an, bu tip günlerin ardında saklanan liberal anlayışın insana sevimli gelen tüketim tuzaklarını yenen, şiirsel anlatının devreye girdiğini gördüm, İstanbul’daki sevgiliye sunulan:

ARAYIŞ,
Kara gözlerinden
Yaşamın anlamı
Su olup akarken içime
Aşkın kırmızısına
Işıltılı Akdeniz mavisini katıp
Meltem rüzgarıyla,
havalanıyorum
Gün ortasında
Mor giysili Toroslar’ın yüceliğinden
bembeyaz bulutların ferahlığına
erişirken tutkun gönlüm
özleminle sarhoş,
ellerini arıyor
boşluğa düşen yalnızlığımda

Bu armağan içimdeki yoksunluk yüklü özlemi Bolonya’daki kızıma doğru yöneltiverdi ana yüreğinin sınır tanımazlığıyla. “Onu da kutlamalıyım” derken, bir doğum günü bahanesinin İstanbul’dan İtalya’ ya varan aşk dolu buluşmasını gözledim sevgililer gününde Venedik’te soluklanan.. O anda, yaşlı ama özlemin kıpırtısıyla coşan yüreğim uyarıcı sesle irkildi.“Dur şimdi olmaz! Gondolda yalnız aşk ezgileri işitilmeli, kaynana zırıltısından arınmış”
Şaka bir yana, 2012’nin sevgililer gününü. İzmir’den Antalya’ya, Antalya’dan İstanbul’a, İstanbul’dan İtalya’ ya varan, Ege’den esen  imbat rüzgarına kapılarak, kendi bencilliğimde yaşadım ilk kez.
Tutukevlerinde, sevenlerinden uzak; dışarıda sevdikleriyle tutsak, aşk dolu, özlem yüklü, aydınlık yüzlerin ayrılık acılarını taaa, şu ana dek görmezden gelerek; ülkemde hiçbir sorun yokmuş gibi yaparak, yüreğimi kendime bıraktım.
Şimdi yine içim acıyor…

17 Şubat 2012 Cuma

Sözün Bittiği Yer


ANADOLU KADININA SESLENİŞ
Öyle inançlı yaz ki
özgür bilincine
kendi varlığını;
silmek mümkün olmasın adını,
ne de gün ışığından saklamak seni.
Gerçeğin ışığında yürü ki aklınla,
karanlığın peçesi ile
kimse örtmesin
gül yüzünü.
Gözleyerek olup biteni
öyle güven ki kendi benliğine
Işıltılı bakışlarındaki kıvılcımla
aydınlansın çevren.
Yürüyebilsin
oğlun ve kızın
açtığın yolda,
daha mutlu yarınlar için
Ana Tanrıçanın vatanı
Anadolu’da...

Bu şiiri 2000 yılında TRT’de yayınlanan ”Düşünceden Neşeye” adlı izlencem için yazmıştım. Kadınların, kendi kimlikleri üzerindeki erkek egemen dinci ve töreci baskıya “Hayır!” demeleri gerektiğini,  öğütleyen bir çağrıydı bu. Çünkü bana göre, örtünmenin  inanç gereği olduğu, görüşü mantık dışı. Tanrı’nın yarattığı iki cinsten birini kapatıp diğerini açtığı düşüncesinin, Onun, “yüce adalet” anlayışıyla çeliştiği açık. Bu nedenle, örtünme dayatmasını, kadın kimliğini, cinsel dürtüler bahane edilerek erkek ilkelliğine, kurban eden bir eylem olarak niteliyorum.
Ne yazık ki, İnanç sömürüsü ve birtakım çıkar kaygılarıyla bu kadar belirgin bir mantıksal sonucu göremeyen kadınlar da, örtünerek özgürlüklerini koruduklarını sanıyorlar. Oysa şu günlerdeki küçücük kız çocuklarına kadar varan dinci örtünme dayatmasını, dikkatle izlemek; dinci erkek egemen bakışın kutsal dini  kadın üzerinden nasıl kullandığını, görmeyi sağlayacaktır.
İşte bir örnek:.Sanıyorum bu haberi "Sözün bittiğ iyer." olarak tanımlamak doğru olacak. 
15 Mayıs 2012 günü basında şu haber yer aldı;


 BAŞBAKAN GARANTİ VERDİ


"Zorunlu temel eğitime dördüncü sınıftan sonra 'açık öğretim' olarak da devam edilebilecek. Yani 5. sınıftan itibaren örgün eğitim dayatması olmayacak.“ Bu iddia İmam Hatip Liseleri Mezunlar Mensupları Derneği ÖNDER'e ait. ÖNDER'in Başbakan Erdoğan'ın da sıcak baktığını belirttiği bu düzenlemeyle başlarını örtmek isteyenlere de yeni alternatifler sunulmuş oluyor.
ÖNDER'in verdiği bilgiye göre; düzenlemeyle; bir yılı okul öncesi olmak üzere 13 yıla çıkacak kesintili eğitimin dördüncü sınıftan sonra "açık öğretim" olarak da devam etmesi kararlaştırılıyor. Bu sayede 5. sınıftan itibaren örgün eğitim dayatması olmayacak. Açık ve sertifikasyona göre eğitim gerçekleştirilecek. Bu durumda hem açık öğretime, hem de Kur'an Kurslarına aynı anda devam etme imkânı ile başlarını örtmek isteyenlere yeni alternatifler sunulmuş olacak.
KAYNAK: Ece Ertem / Cnnturk.com

Beklenen oldu. Başbakan sözunü tuttu. Eğitimin, Önder'in isteğine uygun düzenlenmesi için"Ana sınıfsız" olarak 4+4+4 =12 formülü ile Meclise  yasa teklifi bu gün  20 şubat ta  verildi. Bu Tam bir karşı devrim. ve gerçekten söz bitti. 

2 Şubat 2012 Perşembe

PARMAKLIKLAR


PARMAKLIKLAR

İstanbul’da oturduğum Ziverbey, eskiden sedir çamlarının bol olduğu bir semtmiş. Ağaçlar arasındaki bembeyaz ahşap köşkler, yık-yapçılar tarafından apartmana dönüştükçe o güzelim ağaçlar da yitip gitmiş. Yaşam savaşı veren tek tük sedir çamı doğa ile beton arasında sıkışıp kalmışlar. Kalmışlar kalmasına da ışığa doğru yönelişleri, kuruyan dallarını yok etme çabaları ile güngörmüş kişilerinin yalnızlık simgesi oluvermişler. Bu insan, doğa birlikteliği içinde onlara bakarken, kalın gövdelerinin kaç asırlık tanıklıkların izlerini taşıdığını merak ederim.
Sedir çamlarının toprakla kucaklaşan köklerinin fil ayağını andıran geniş tabanı, gövdeyi gökyüzüne yükselten gücü veriyor. Dalla, incecik yapraklarının birlikteliği ile yelpazeyi andıran bir yapı oluşturuyor. Dalların, esen rüzgarla birlikte toprağı selamlayışlarındaki sakinlik, onlara gizemli bir güzellik veriyor. Bu çamlar, görkemli görünüşleriyle ağlayan ağaç olarak da nitelenebilen salkım söğütlerden daha az duygusal, fakat daha anıtsal gelir bana. Ne şanslıyım ki üç katlı apartmanımızın bahçesinde asırlık iki sedir çamı, hayatta kalabilmiş. Komşu apartmanların duvar diplerindekilerle birleşince geçmişi çağrıştıran orman izlenimi veriyorlar. Yalnızca akşamları perdelerini örttüğüm pencereden, dallara konan kuşları seyrederek kahvaltı yapabiliyorum. Kargaların yuvalarına yem taşıyışlarını izleyebiliyorum. Sabah yine bu güzellikleri izleyerek çayımı yudumlarken, o gizemli kıpırtılar arasında beyaz ince yuvarlak parmaklıklar gözüme takıldı; irkildim ama birden çevredeki son köşkün de yıkılıp on katlı apartmana dönüştüğünü anımsadım. Bu parmaklıkların, da apartmanlarda son zamanlarda moda olan ‘Fransız balkon tipi’nin gereği olarak yere kadar inen camlara hem korunak, hem de balkon görüntüsü vermek için uygulandığını biliyordum. İşin ilginç yanı günümüzde moda olan bu tarzda kullanılan demir parmaklıkların estetik olduğu sanısı… Oldum olası güvenlik amacıyla uygulansa da camlar önündeki parmaklıklardan nefret ederim. Sanıyorum bunun nedeni, içimde uyandırdıkları tutsaklık hissi. Hay aksi; şimdi de benim orman görüntümü bozdular. Sedir çamları arasından görünen tarihi olmamakla birlikte, tek katlı, köşk izlenimi veren güzel bir evin yerini, benim için karabasan olan demir parmaklıklar aldı.
Sokaklar, yıkılıp yeniden yapılan balkonsuz demir parmaklıklı apartmanlarla kimliğini yitiriyor. Tıpkı, Fransız yazarı Eueneo Ionesco’nun sandalyeleri  gibi çevreyi sarıyorlar… Yine aynı yazarın Amede adlı oyunundaki aile kavgalarıyla, evin orasında burasında üreyen sevgisizliğin simgesi mantarlara benzer bir sıklıkla, pıtrak gibi üreyen parmaklıklar, kimliksizliğin simgesi oluyorlar.
Parmaklıklar, yalnızca,apartmanların balkonlarını pencerelerini kuşatmakla kalmıyor, baskının, korkunun egemen olduğunu kaygıyla hissettiğim ülkemde, varlığı kanıtlanmamış terör örgütüne üye olmakla suçlanan insanların, üstüne kapanıyor. Böyle bir terör örgütünün varlığına ilişkin hiçbir belge bulunamadığı için aslında yok hükmündeki Ergenekon adlı terör örgütüne üyelik suçlamalarıyla, delil olmayan delilerle içeri tıkılanlar için parmaklıklar, tam bir tutsaklık simgesi. Uzun tutukluluk süreleriyle parmaklıklar ardına hapsolanlar ise, yargılanıyormuş gibi yapılarak iktidarın kendisine, karşı sürekli bir tehlike varmış izlenimi yaratan paravanlar olarak işkence çekiyorlar. Gittikçe ağırlığını duyumsatan otoriter rejim hevesleri ile insan haklarının göz ardı edildiği bu ortamda karşı devrim gelişip serpiliyor. Meslektaşlarımın da aralarında bulunduğu bu cadı kazanına atılanlar; bir delinin attığı taş misali, bir yalanın ardında hücrelerdeki sonu belirsiz tutsaklıklarını kaygıyla yaşıyorlar. Bu durum aynı zamanda yakınlarını da etkiliyor., Anneler, babalar, kardeşler, eşler, gencecik oğullar, kızları, küçücük çocuklar, gerçekle kabusun karabasanında, tutuklananlarla birlikte parmaklıklar arasına sıkıştırılıyor.
Pek çok asker sivil, bürokrat, tıp doktorları gazeteci aydın, yazar yıllarca suçlarını ve ne için yargılandıklarını bilmeden, sabırla, özgürlük kıskacı olan parmaklıkların yok edileceği günleri bekliyorlar. Çünkü aşağı yukarı üç yıldır izlemeye çalıştığım duruşmalarda genellikle suç özelliği olmayan sözde delillerle, tutsak edilen kişilerin, masumiyetlerini kanıtlamaya çalıştıklarını gördüm.. Tahliye kararları veren hakimlerin yerine, adaletin yüceliğini, ses tonunun yüksekliğine indirgeyen hakimler atanıyor. Örneğin, görevden alınan yargıcın tutuksuz yargılama kararı verdiği, ordu kumandanı, delilleri karartma şüphesi ile yeniden tutuklanabiliyor. İster istemez bu duruşmada savcının mahkemeye “yeni deliller” olarak sunduğu traji komik deliller arasında en ironik olanını anımsıyorsunuz: Tamamen yasal bir toplantıya gönderilmiş olan çiçeğin, üst düzey pek çok bürokratın çelenklerinin yanında, olmasına karşın, yeni bulunan suç delili olarak, görsel sunumla belgelenmesini şaşkınlık içinde izliyorsunuz. Büyük bir olasılıkla, kumandanın haberi bile olmadan, rutin olarak gidilemeyen toplantılara özel kalemce, gönderilmiş.olan adı yazılı o çelenk yüzünden mi yeniden tutuklandı emekli orgeneral? diye düşünüyorsunuz. Belki de, delilleri karartacağı(!) şey,pardon, çiçekleri kurutacağı, düşünülerek tutuklanmıştır.Çünkü, Silivri’de son aylarda bir çiçek merakı oluşmuş; halı sahada top oynamak için ya da her neyse havalandırma için çıktığında kenardaki taşlar arasından başını uzatan yabani otun, çiçeğini koparıp odasına götürmek istedi diye, tutuklu sanığa, bir aylık sosyal etkinliklerden men cezası verilmiş. Eee, bu cezaya bakınca çiçek gönderilmesinin de suç delili olması yadırganmamalı. Çünkü bir de bakarsınız  Silivri’deki emekliler ordusu taşlar arasındaki çiçeklerle de darbe planı yapıverir. Olur mu olur…
Şaka bir yana, duruşmalarda rastladığım hukuk profesörlerine hep aynı soruyu soruyorum:
“Siz, bu tip kararları verebilen yargıçlara, o iddianameleri yazan savcılara bu kararlarını ve iddianamelerini, onlar öğrenciyken,yaptığınız bir sınav sorusunun yanıtı olarak değerlendirme durumunda olsaydınız, ne olurdu, sınıf geçerler miydi?”
Yanıtı da hep aynı oluyor: “Mezun olamazlardı
“Bu yanıtlar, Yargıtay Onursal başkanı Sami Selçuk’un şu sözlerini anımsatıyor:
“Ergenekon davası A’ dan Z’ ye siyasallaşmıştır.”
O anda 24 ocak 1993 ‘de katledilen Uğur Mumcu, 22ocak günü, o etkileyici sesiyle gazetem cumhuriyetin manşetinden süzülerek yüreğimde canlanıyor: “İmam hatip okulları ne işe yarar? Bunlar imam hatip, olmuyorlar.Yargıç, savcı oluyorlar, kaymakam oluyorlar. Yapılan bir araştırma kaymakam yetiştiren bölümlerdeki öğrencilerin yüzde 41’inin ilahiyat kökenli olduğunu gösterdi.
2000 yılına doğru baktığımızda, vali ilahiyat fakültesi mezunu, emniyet müdürü İslam enstitüsü mezunu, kaymakam imam hatip mezunu olacak.”
Uğur Mumcu  araştırmacı gazeteciliğiyle bunları görmüştü. Cumhuriyetin devrimci anlayışına karşı olanlarca parçalanarak, faili meçhul gazeteciler arasına katıldı.

Artık şimdi öldürmenin çözüm olmadığını gören karanlık güçler, yeni bir yöntem buldular; gazetecileri  tutuklayıp Mustafa Balbay’ın değişi ile ruhlarını öldürmeye çalışıyorlar
Bunları düşünürken, 28 Ocak 2012 günü Cumhuriyet Gazetesinde ‘İsteyen vekil dini yemin edebilsin’ başlıklı bir habere gözüm ilişti. Haber şöyleydi.
Yok hayır, bu haberi bugün itibariyle aktaramam: Çünkü, İleri Demokrasi’nin Katılımcı Anayasa Çalışmasına gönderilen öneriler web sitelerinden kaldırıldı. Başlangıçta özgürce tartışma amacıyla kamuya açık olduğu,belirtilerek gönderilen, yayınlanan önerilerin, yayınına TBMM uzlaşma komisyonunca gizlilik getirildi.
Tamamını burada aktaramadığım “Darbe dönemi anayasası yerine “özgürlükçü” hedefle yürütülen yeni anayasa için gelen öneriler arasında  “Laiklik ilkesinin çıkarılarak inançlara saygının” yazılmasına, “kadar varan önerilerde bulunan İmam Hatip Liseleri Mezunları Mensupları Derneği’ nin yeni anayasa önerileri arasında yer almayan ama resmi internet sitesinde yayınlanan bir projesi de“din subaylığı” Bu Proje göre “ subayların din eğitimiyle birlikte askeri eğitim de alarak ordulara katılabilecekleri. generalliğe kadar terfi edebilecekleri belirtilmekte”. Derneğin bu önerisi, 2006 yılı Ağustos ayında, "Dünya Ordularında Din Subaylığı" raporunu Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) Toplantısı öncesinde Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Milli Savunma Bakanlığı (MSB), Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanlıklarına gönderdiği ancak o zamanın yetkililerince Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Fevzi Türkeri'nin raporu okumadan iade ettiği öğrenilmişti.
 Aynı kuruluş bu kez 12.11.2007 de "Dünya Hastanelerinde Din Hizmetleri" başlıklı rapor hazırlamış, hastanelerde din görevlisi istihdam edilmesi gerektiğini savunan bir raporu kamuoyuna açıklamıştı.melere bakmayı sürdürdüğümüzde:
 Bu yıl, şubat tatilinde umreye gönderilen küçücük çocuklar, görüyoruz.
Tatil sonrası ilk öğretim okullarında Arapça derslerinin başlayacağını duyuyoruz.
Bizzat Başbakan Yardımcısı nın Diyanetin 2012’ye yönelik en önemli projesi olarak nitelediği şu açıklama bunalıyoruz:
Doğu’da mele, bizim bildiğimiz tabirle molla denilen din eğitimi almadığı halde din bilgisi olan, toplum tarafından saygı gören isimler var. Bu kişilerden Diyanet Başkanlığı olarak istifade edebilmek için daha önce çıkardığımız kanun hükmündeki kararnamede bir düzenleme yaptık. Bu tip kişilerden, Diyanet tarafından yapılacak sınavda başarılı olmaları kaydıyla sözleşmeli imam hatip olarak yararlanmak istiyoruz. Bu bir defaya mahsus olarak kullanılacak bir düzenlemedir. 1000 kişilik bir kadro öngördük. Yaptığımız hesaplamalar 800 civarında ihtiyaç olduğu yönünde.
Burada özet olarak sergilediğimiz gidişe bakıp da cumhuriyet değerlerinin nasıl bir tehlike altında olduğunu düşünmemek,” Karşı Devrim’in” taşlarının bir bir döşenmekte olduğunu görmemek  olanaksız
Ergenekon terör örgütü üyeliği suçlamasıyla  karşı karşıyayken yitirdiğimiz gazeteci yazar  İlhan Selçuk 19.Nisan 2009‘da,” Ergenekon Karşıdevrimi” adlı yazısında,
“1923 Atatürk devrimiyle çağdaşlaşan Türkiye’yi bir İslamcı düzene dönüştürmek isteyen karşıdevrim bugün iktidardadır…”
“Ergenekon bu karşı devrimin adına dönüşmüştür…” diyordu.
Ergenekon’un kaynatılan kazanında parmaklıklar arasında ya da dışında sürüp giden kaygılı yaşam, yitip giden canlar, hastalıklar, ölümler bana Giardano Bruno’yu anımsattı.
Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için tanrıyı kullanır.
Ölüm kararını bildiren yargıca,, Bruno şöyle tepki verir: "Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz".
1600 yılının Şubat ayında, Roma'da Campo de' Fiori meydanında Bruno'nun diri diri yakılması ile Kilisenin ölüm emri yerine  getirildi.
Onu diri diri yakma kararı veren engizisyon yargıçlarının adı bile bilinmiyor ama Bruno bilim yolundaki kararlı yürüyüşünü kuşaktan kuşağa sürdürerek örnek kişiliğiyle belleklerde yaşıyor.
"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım.
İstanbul’a kar yağıyor bahçemdeki asırlık sedir çamları bembeyaz yelpazelere dönüştü. Rüzgarla savrulan karlar ağaçlar arasından gördüğüm parmaklıkların arasına dolmuş. Çamlar arasında uçuşan kar taneleri dallara konup kalkan güvercinlere, kumrulara eşlik ediyor. Serçeler küçük sıçrayışlarla konup uçarak bir şeyler arıyor; soğuğa karşın doğa, cap canlı.
Hayret bugün ortalıkta hiç kara karga yok ama biraz sonra çıkarlar…

Feride ESEN BİLGİN