PARMAKLIKLAR
İstanbul’da oturduğum Ziverbey, eskiden
sedir çamlarının bol olduğu bir semtmiş. Ağaçlar arasındaki bembeyaz ahşap
köşkler, yık-yapçılar tarafından apartmana dönüştükçe o güzelim ağaçlar da
yitip gitmiş. Yaşam savaşı veren tek tük sedir çamı doğa ile beton arasında
sıkışıp kalmışlar. Kalmışlar kalmasına da ışığa doğru yönelişleri, kuruyan
dallarını yok etme çabaları ile güngörmüş kişilerinin yalnızlık simgesi
oluvermişler. Bu insan, doğa birlikteliği içinde onlara bakarken, kalın
gövdelerinin kaç asırlık tanıklıkların izlerini taşıdığını merak ederim.
Sedir çamlarının toprakla kucaklaşan
köklerinin fil ayağını andıran geniş tabanı, gövdeyi gökyüzüne yükselten gücü
veriyor. Dalla, incecik yapraklarının birlikteliği ile yelpazeyi andıran bir yapı
oluşturuyor. Dalların, esen rüzgarla birlikte toprağı selamlayışlarındaki sakinlik,
onlara gizemli bir güzellik veriyor. Bu çamlar, görkemli görünüşleriyle ağlayan
ağaç olarak da nitelenebilen salkım söğütlerden daha az duygusal, fakat daha
anıtsal gelir bana. Ne şanslıyım ki üç katlı apartmanımızın bahçesinde asırlık
iki sedir çamı, hayatta kalabilmiş. Komşu apartmanların duvar diplerindekilerle
birleşince geçmişi çağrıştıran orman izlenimi veriyorlar. Yalnızca akşamları perdelerini
örttüğüm pencereden, dallara konan kuşları seyrederek kahvaltı yapabiliyorum. Kargaların
yuvalarına yem taşıyışlarını izleyebiliyorum. Sabah yine bu güzellikleri
izleyerek çayımı yudumlarken, o gizemli kıpırtılar arasında beyaz ince yuvarlak
parmaklıklar gözüme takıldı; irkildim ama birden çevredeki son köşkün de
yıkılıp on katlı apartmana dönüştüğünü anımsadım. Bu parmaklıkların, da
apartmanlarda son zamanlarda moda olan ‘Fransız balkon tipi’nin gereği olarak
yere kadar inen camlara hem korunak, hem de balkon görüntüsü vermek için
uygulandığını biliyordum. İşin ilginç yanı günümüzde moda olan bu tarzda
kullanılan demir parmaklıkların estetik olduğu sanısı… Oldum olası güvenlik amacıyla
uygulansa da camlar önündeki parmaklıklardan nefret ederim. Sanıyorum bunun
nedeni, içimde uyandırdıkları tutsaklık hissi. Hay aksi; şimdi de benim orman
görüntümü bozdular. Sedir çamları arasından görünen tarihi olmamakla birlikte,
tek katlı, köşk izlenimi veren güzel bir evin yerini, benim için karabasan olan
demir parmaklıklar aldı.
Sokaklar, yıkılıp yeniden yapılan
balkonsuz demir parmaklıklı apartmanlarla kimliğini yitiriyor. Tıpkı, Fransız
yazarı Eueneo Ionesco’nun sandalyeleri
gibi çevreyi sarıyorlar… Yine aynı yazarın Amede adlı oyunundaki aile kavgalarıyla,
evin orasında burasında üreyen sevgisizliğin simgesi mantarlara benzer bir
sıklıkla, pıtrak gibi üreyen parmaklıklar, kimliksizliğin simgesi oluyorlar.
Parmaklıklar, yalnızca,apartmanların
balkonlarını pencerelerini kuşatmakla kalmıyor, baskının, korkunun egemen
olduğunu kaygıyla hissettiğim ülkemde, varlığı kanıtlanmamış terör örgütüne üye
olmakla suçlanan insanların, üstüne kapanıyor. Böyle bir terör örgütünün
varlığına ilişkin hiçbir belge bulunamadığı için aslında yok hükmündeki Ergenekon
adlı terör örgütüne üyelik suçlamalarıyla, delil olmayan delilerle içeri
tıkılanlar için parmaklıklar, tam bir tutsaklık simgesi. Uzun tutukluluk
süreleriyle parmaklıklar ardına hapsolanlar ise, yargılanıyormuş gibi yapılarak
iktidarın kendisine, karşı sürekli bir tehlike varmış izlenimi yaratan paravanlar
olarak işkence çekiyorlar. Gittikçe ağırlığını duyumsatan otoriter rejim
hevesleri ile insan haklarının göz ardı edildiği bu ortamda karşı devrim gelişip
serpiliyor. Meslektaşlarımın da aralarında bulunduğu bu cadı kazanına
atılanlar; bir delinin attığı taş misali, bir yalanın ardında hücrelerdeki sonu
belirsiz tutsaklıklarını kaygıyla yaşıyorlar. Bu durum aynı zamanda yakınlarını
da etkiliyor., Anneler, babalar, kardeşler, eşler, gencecik oğullar, kızları,
küçücük çocuklar, gerçekle kabusun karabasanında, tutuklananlarla birlikte
parmaklıklar arasına sıkıştırılıyor.
Pek çok asker sivil, bürokrat, tıp
doktorları gazeteci aydın, yazar yıllarca suçlarını ve ne için
yargılandıklarını bilmeden, sabırla, özgürlük kıskacı olan parmaklıkların yok
edileceği günleri bekliyorlar. Çünkü aşağı yukarı üç yıldır izlemeye çalıştığım
duruşmalarda genellikle suç özelliği olmayan sözde delillerle, tutsak edilen
kişilerin, masumiyetlerini kanıtlamaya çalıştıklarını gördüm.. Tahliye kararları
veren hakimlerin yerine, adaletin yüceliğini, ses tonunun yüksekliğine
indirgeyen hakimler atanıyor. Örneğin, görevden alınan yargıcın tutuksuz
yargılama kararı verdiği, ordu kumandanı, delilleri karartma şüphesi ile yeniden
tutuklanabiliyor. İster istemez bu duruşmada savcının mahkemeye “yeni deliller”
olarak sunduğu traji komik deliller arasında en ironik olanını anımsıyorsunuz:
Tamamen yasal bir toplantıya gönderilmiş olan çiçeğin, üst düzey pek çok
bürokratın çelenklerinin yanında, olmasına karşın, yeni bulunan suç delili
olarak, görsel sunumla belgelenmesini şaşkınlık içinde izliyorsunuz. Büyük bir
olasılıkla, kumandanın haberi bile olmadan, rutin olarak gidilemeyen
toplantılara özel kalemce, gönderilmiş.olan adı yazılı o çelenk yüzünden mi
yeniden tutuklandı emekli orgeneral? diye düşünüyorsunuz. Belki de, delilleri
karartacağı(!) şey,pardon, çiçekleri kurutacağı, düşünülerek tutuklanmıştır.Çünkü,
Silivri’de son aylarda bir çiçek merakı oluşmuş; halı sahada top oynamak için
ya da her neyse havalandırma için çıktığında kenardaki taşlar arasından başını
uzatan yabani otun, çiçeğini koparıp odasına götürmek istedi diye, tutuklu sanığa,
bir aylık sosyal etkinliklerden men cezası verilmiş. Eee, bu cezaya bakınca
çiçek gönderilmesinin de suç delili olması yadırganmamalı. Çünkü bir de bakarsınız
Silivri’deki emekliler ordusu taşlar
arasındaki çiçeklerle de darbe planı yapıverir. Olur mu olur…
Şaka bir yana, duruşmalarda
rastladığım hukuk profesörlerine hep aynı soruyu soruyorum:
“Siz, bu tip kararları verebilen
yargıçlara, o iddianameleri yazan savcılara bu kararlarını ve iddianamelerini, onlar
öğrenciyken,yaptığınız bir sınav sorusunun yanıtı olarak değerlendirme
durumunda olsaydınız, ne olurdu, sınıf geçerler miydi?”
Yanıtı da hep aynı oluyor: “Mezun
olamazlardı
“Bu yanıtlar, Yargıtay Onursal başkanı
Sami Selçuk’un şu sözlerini anımsatıyor:
“Ergenekon davası A’ dan Z’ ye
siyasallaşmıştır.”
O anda 24 ocak 1993 ‘de katledilen
Uğur Mumcu, 22ocak günü, o etkileyici sesiyle gazetem cumhuriyetin manşetinden
süzülerek yüreğimde canlanıyor: “İmam
hatip okulları ne işe yarar? Bunlar imam hatip, olmuyorlar.Yargıç, savcı
oluyorlar, kaymakam oluyorlar. Yapılan bir araştırma kaymakam yetiştiren
bölümlerdeki öğrencilerin yüzde 41’inin ilahiyat kökenli olduğunu gösterdi.
2000
yılına doğru baktığımızda, vali ilahiyat fakültesi mezunu, emniyet müdürü İslam
enstitüsü mezunu, kaymakam imam hatip mezunu olacak.”
Uğur Mumcu araştırmacı gazeteciliğiyle bunları görmüştü.
Cumhuriyetin devrimci anlayışına karşı olanlarca parçalanarak, faili meçhul
gazeteciler arasına katıldı.
Artık şimdi öldürmenin çözüm
olmadığını gören karanlık güçler, yeni bir yöntem buldular; gazetecileri tutuklayıp Mustafa Balbay’ın değişi ile
ruhlarını öldürmeye çalışıyorlar
Bunları düşünürken, 28 Ocak 2012 günü
Cumhuriyet Gazetesinde ‘İsteyen vekil dini yemin edebilsin’ başlıklı bir habere gözüm
ilişti. Haber şöyleydi.
Yok hayır, bu haberi bugün itibariyle
aktaramam: Çünkü, İleri Demokrasi’nin Katılımcı Anayasa Çalışmasına gönderilen
öneriler web sitelerinden kaldırıldı. Başlangıçta özgürce tartışma amacıyla
kamuya açık olduğu,belirtilerek gönderilen, yayınlanan önerilerin, yayınına TBMM
uzlaşma komisyonunca gizlilik getirildi.
Tamamını burada aktaramadığım “Darbe dönemi anayasası yerine “özgürlükçü” hedefle
yürütülen yeni anayasa için gelen öneriler arasında “Laiklik ilkesinin çıkarılarak
inançlara saygının” yazılmasına, “kadar varan önerilerde bulunan İmam
Hatip Liseleri Mezunları Mensupları Derneği’ nin yeni anayasa önerileri arasında yer almayan ama resmi internet sitesinde yayınlanan bir projesi de“din
subaylığı” Bu Proje göre “ subayların din
eğitimiyle birlikte askeri eğitim de alarak ordulara katılabilecekleri.
generalliğe kadar terfi edebilecekleri belirtilmekte”. Derneğin bu önerisi,
2006 yılı Ağustos ayında, "Dünya Ordularında Din Subaylığı" raporunu Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) Toplantısı öncesinde
Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Milli Savunma Bakanlığı (MSB), Genelkurmay
Başkanlığı ve kuvvet komutanlıklarına gönderdiği ancak o zamanın yetkililerince
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar
Büyükanıt ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Fevzi Türkeri'nin raporu
okumadan iade ettiği öğrenilmişti.
Aynı kuruluş bu kez 12.11.2007 de "Dünya Hastanelerinde Din Hizmetleri" başlıklı rapor hazırlamış, hastanelerde din görevlisi istihdam edilmesi gerektiğini savunan bir raporu kamuoyuna açıklamıştı.melere bakmayı sürdürdüğümüzde:
Bu yıl, şubat tatilinde umreye gönderilen
küçücük çocuklar, görüyoruz.
Tatil sonrası ilk öğretim okullarında
Arapça derslerinin başlayacağını duyuyoruz.
Bizzat Başbakan Yardımcısı nın “Diyanetin
2012’ye yönelik en önemli projesi” olarak nitelediği şu açıklama bunalıyoruz:
“Doğu’da
mele, bizim bildiğimiz tabirle molla denilen din eğitimi almadığı halde din
bilgisi olan, toplum tarafından saygı gören isimler var. Bu kişilerden Diyanet
Başkanlığı olarak istifade edebilmek için daha önce çıkardığımız kanun
hükmündeki kararnamede bir düzenleme yaptık. Bu tip kişilerden, Diyanet
tarafından yapılacak sınavda başarılı olmaları kaydıyla sözleşmeli imam hatip
olarak yararlanmak istiyoruz. Bu bir defaya mahsus olarak kullanılacak bir
düzenlemedir. 1000 kişilik bir kadro
öngördük. Yaptığımız hesaplamalar 800 civarında ihtiyaç olduğu
yönünde.
Burada özet olarak sergilediğimiz
gidişe bakıp da cumhuriyet değerlerinin nasıl bir tehlike altında olduğunu düşünmemek,” Karşı Devrim’in” taşlarının bir bir döşenmekte
olduğunu görmemek olanaksız
Ergenekon terör örgütü üyeliği
suçlamasıyla karşı karşıyayken
yitirdiğimiz gazeteci yazar İlhan Selçuk
19.Nisan 2009‘da,” Ergenekon Karşıdevrimi” adlı yazısında,
“1923 Atatürk devrimiyle çağdaşlaşan
Türkiye’yi bir İslamcı düzene dönüştürmek isteyen karşıdevrim bugün
iktidardadır…”
“Ergenekon bu karşı devrimin adına
dönüşmüştür…” diyordu.
Ergenekon’un kaynatılan kazanında
parmaklıklar arasında ya da dışında sürüp giden kaygılı yaşam, yitip giden
canlar, hastalıklar, ölümler bana Giardano Bruno’yu anımsattı.
Tanrı,
iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki
kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için tanrıyı kullanır.
Ölüm kararını bildiren yargıca,, Bruno
şöyle tepki verir: "Ölümümü bildirirken siz benden daha çok
korkuyorsunuz".
1600 yılının Şubat ayında, Roma'da Campo de' Fiori meydanında Bruno'nun diri diri
yakılması ile Kilisenin ölüm emri yerine getirildi.
Onu diri diri yakma kararı veren
engizisyon yargıçlarının adı bile bilinmiyor ama Bruno bilim yolundaki kararlı
yürüyüşünü kuşaktan kuşağa sürdürerek örnek kişiliğiyle belleklerde yaşıyor.
"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten
hoşlanırım, ne de bunu ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık
arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım.
İstanbul’a
kar yağıyor bahçemdeki asırlık sedir çamları bembeyaz yelpazelere dönüştü. Rüzgarla
savrulan karlar ağaçlar arasından gördüğüm parmaklıkların arasına dolmuş.
Çamlar arasında uçuşan kar taneleri dallara konup kalkan güvercinlere, kumrulara
eşlik ediyor. Serçeler küçük sıçrayışlarla konup uçarak bir şeyler arıyor;
soğuğa karşın doğa, cap canlı.
Hayret
bugün ortalıkta hiç kara karga yok ama biraz sonra çıkarlar…
Feride
ESEN BİLGİN