2 Temmuz 2010 Cuma

GAZETEME TESLİM OLACAĞIM

GAZETEME TESLİM OLACAĞIM

Silivri’de, yapılan tüm savunmalar, “tutuksuz yargılanma isteği” ile sonlanıyor. “16,18, 21 aydır buradayım.” diyen, gencecik askerler, kurmay subaylar, yaşlı genç iş adamları, çevik kuvvet görevlileri “Neden buradayım?” sorusunun yanıtını almak istiyorlar. Bu subaylardan ve diğer tutuklulardan bazılarını artık savunma yaparken göremiyorsunuz: Onların adil bulmadıkları, anlamsız gördükleri bu yargılamada ‘tepkisel olarak yer almak istemediklerini’ öğreniyorsunuz. ‘Bu da bir tepkidir ama keşke savunsalar kendilerini’ diye düşünürken, bilişim teknolojisi dalında uzman, emekli deniz subayı Ataman Yıldırım’ın şu sözleriyle irkiliyorsunuz. “Arama sırasında şirketime konulan dijital belgenin sahteliğinin kanıtlanmasına karşın, ondan üretilen yeni sahte dijital belgelerle suçlanıyor ve18 aydır burada yatarak masumiyetimi kanıtlamaya çalışıyorum”
Kendisi de bir hukukçu olan Emcet Olcayto, tutukluların savunmalarını kendilerinin yaptığı cuma gününü, sürekli yinelenen bir seremoni algılaması ile cuma töreni olarak tanımlıyor. Bu niteleme, tahliye taleplerinin bire-iki reddedilmesinden doğan trajikomik bir anlatım. Salondaki basına ayrılan en kötü yerden bakınca, reddedici yargıçların birbirinden farksız görüntüleri programlanmış robotlar izlenimi bırakıyor. Davanın 70.nci duruşması olan cuma günü, ‘Savcılıkça ileri sürülen delillerin ciddiyetsizliğine ilişkin’ Sayın Olcayto’nun ileri sürdüğü kanıtları, gazeteci kimliğinizle tartıyorsunuz. Karşınıza, herkese siyaset-adalet ikileminde cuma töreni algılamasını çağrıştırabilecek bir uyum çıkıyor. Hemen sonra, sizin sabırsızlıkla beklediğiniz, çiçeklerin-ağaçların “Nerede O?” diyerek beklediği kanat çırpan sesi, duyuyorsunuz:
“Ben her iki Cumhuriyeti de aşkla seviyorum. Gazetem daha fazla satsın diye plan yapıyorum. Hacattepe ve Ankara Üniversitesi ile ODTÜ’de yüzde 20 indirimli satmak için görüştük, ‘evet’ dediler. Kışlalarda Cumhuriyet gazetesinin indirimli satılmasının neresi suç? ‘Kışlalarda olabilir mi’ diye hayal kuruyorum. Ben gazetenin daha fazla satılması için çırpındım. Keşke gazeteyi kışlalarda satabilseydik. Jandarma Genel Komutanı ile ben konuştum; iki Mehmetçik daha Cumhuriyet okuyabilseydi,. olabilir mi diye konuştuk ama olmadı. Keşke olsaydı. Buradan nasıl suç üretirler? Burada darbe iddiası varsa, demokrasiye darbe var…”
Bir meslektaşınızın tarih sayfalarına geçeceğini inandığınız düşünce yüklü sözlerindeki duygusal tınının, onu dinleyenler arasında bulunan küçük kızı Yağmur’un kara gözlerindeki yansısını gözlüyorsunuz. Sevecen, duru görüntüsüyle Gülşah Balbay’ın, eşi Mustafa ile kızı Yağmur arasında gidip gelen duygu seline ustalıkla ket vuruşuna tanık oluyorsunuz. Sonra bebek denecek yaşlardaki iki küçük çocuğu ile dinleyiciler arasında büzülmüş oturan bir astsubay eşine takılıyor gözleriniz. Bakışlarınızın gelgitleri arasında daralan yüreğiniz kabarıp çekilirken Balbay’ın, şu sözleri ile mesleğinize dönüyorsunuz: “Yassıada’dan demokrasi ticareti yapanların bu salonu görmelerini isterim. İddia makamının bizden delil ürettiği bir tabloyla karşı karşıyayız. Hukukun, polisin böyle özgürce kullandığı bir alan olmasını önleyin… Son günlerde ekranlara yansıyan Yassıada yargılanmalarına baktım. Bu salonun Yassıada’dan daha geri olduğunu gördüm. Burada, tıraş olduğum berberime söylüyorum; aman ensemi iyi tıraş et! Herkes ensemi görüyor.” Balbay’ın, salonun düzenindeki ayrıksı duruma gülmece biçiminde dikkat çekişine hayran oluyorsunuz.
Yassıada duruşmalarının bir çerçevesi bir bütünlüğü olduğundan söz eden Balbay’ın, iki mahkemeyi öz ve biçim olarak karşılaştırışındaki ustalığına özenerek bakarken, acı acı gülümsüyorsunuz: “Buradaki yargılama daha kötü, orası ihtilal mahkemesi idi burası bir ihtimal mahkemesi.”
“Savcılar bu davada bizim yaşam biçimimizi suçluyorlar” diyen Balbay’ın, “Savcı Mehmet Ali Pekgüzel duruşmadaki savunmaları hakaret olarak niteliyor. Bu iddianamede ise bize 5 bin sayfa hakaret ediliyor.” sözlerindeki isyandan etkileniyorsunuz. İddia makamının kendisini katmaya çalıştığı terör suçunu irdeleyen Balbay’ı, yeni şeyler öğrenmenin hazzı ile dinliyorsunuz: “Dünyada terör olgusu ortaya çıktığı andan beri ceza davaları değişti. Oralarda yargıçlar, terör suçunu ayırabiliyorlar. Orada terörü şöyle çerçeveliyorlar: ‘Tarihi belli olan, ortak hareket edilen, yapılandırılmış, acımasız bir kuruluş.’ Burada ise acımasız tanımını almışlar, çerçevesine boşvermişler. Bu dava, fırtınada uçan elektrik kablosu gibi kime çarpacağı belli değil. Geçen hafta terör suçuyla yargılanan Emre Baltacı görev yerine gitti; Şırnakta’ki birliğine teslim oldu. Teröre karşı savaşacak.”
“Biz her hafta sonu tahliye toto oynuyoruz Ben de tahliye olunca önce aileme, sonra gazeteme teslim olacağım.”
“Savunma süresini Avrupa ölçütleri içinde kısıtladınız aynı ölçütlere göre tutukluluk süresini de kısmak istemez misiniz?”
Silivri’de, duruşma izlerken, kabaran yüreğinizi taşımakta güçlük çekiyorsunuz Can Yücel’in ‘Sardunyaya Ağıtı’yla Tuncay Özkan’a armağan edilen sardunyaya varırken, dönüş yolunda tüm tutukluların özledikleri yıldızları arıyorsunuz. Kendi yalnızlığınıza Silvri’de kalanların bunaltısını katık ederek yol alıyorsunuz. Eve dönünce bunaltı bulantıya dönüşüyor, boşalıyorsunuz. Yüreğinizde kalan tortu, Mustafa Balbay’ ın bastırmaya çalıştığı isyanında tanım bulan, tutuklular korosuyla yankılanan, çığlık:
“Bu toplama kampının dağıtılmasını istiyoruz!.”
07.06.2010
Feride ESEN BİLGİN

1 yorum:

Teoman dedi ki...

Beğendim. Kutlarım.
Teoman