DÜN
SİLİVRİ’DEYDİM
Her Silivri
dönüşünde yazmak istediğim, bir bakıma,“yazmak yeniden yaşamak” olduğundan
yüreğim dayanmadığı için yazamadığım, yazıp da bilgisayarımda saklı tuttuğum,
pek çok dünü yaşadım ama bu kez orada yaşananları yazmaya, kendime saklamadan
duyurmaya kararlıyım. Benimle duruşmayı izleyenlerden,”Her duruşmada yaşanan
tuhaflıklardan, dünün ne farkı vardı ki?” diyenleri duyar gibiyim. Haklılar
belki ama ben hiçbir duruşmada bu kadar çok güldüğümü, bu kadar çok sağa sola bakarak
gazeteci arkadaşlara hayretle, yüksek sesle denebilecek biçimde şaşkınlığımı belirttiğimi
anımsamıyorum.
29 Haziran 2012 günü duruşma salonundaydım..Hiçbir
gazetede yazmayan bir gazeteci olarak, kendime
verdiğim görev tarihe tanıklık etmek olduğundan, pek çok kez girmiştim o salona,
Ergenekon ve Balyoz adlı, absurd (saçma tuhaf) duruşmaları izlemek için. Dünyanın
hiçbir yerinde görülmeyecek çirkinlikte, hukuk dışı olarak, cezaevine
konuşlandırılmış olan bu duruşma salonu, dün bana, gün içinde ansızın beliren
geceyi yaşattı. Gördüklerim ürkütücüydü. Sanıklarla izleyicileri birbirinden
ayıran, ön sırada oturan izleyicilerin neredeyse adım atamayacağı yakınlıkta,
çok kaba ve çirkin, kalın, yuvarlak, parlak gri metalden, yüksek denebilecek parmaklıklardan
oluşan bir koridor yapılmıştı. Koridorun iki ucunda Jandarmalar nöbet tutuyorlardı.
Kim bilir, belki de sanıklar ya da yakınları, birbirlerine kazara sevgi, özlem
refleksiyle ellerini uzatırlarsa, kıyamet kopabilirdi. İlk baştaki düzenlemede,
duruşma salonun seyircilere ayrılan kısmını üçe bölerek oluşturulmuş bulunan
girişlere, yeni yapılan bu garabet koridor engelinden sonra, dışarıdan gelen
tutuksuz sanıkların, avukatların, gazetecilerin geçebilmeleri için yine parmaklıklardan oluşan birer kapı
yapılmıştı. Sanıklar, savunmanlarından, gazetecilerden bu kalın parmaklıklarla uzaklaştırılmıştı.
Duruşma aralarında bağırarak birbirlerine seslenmek dışında, kimse kimseyle
konuşamıyordu. Hiç de hak etmedikleri bir yerde yıllardır tutulan, tanıdığım
tanımadığım pek çok kişinin garip bir yargı çuvalına birlikte atılarak sözde
yargılandıkları bu yüz karası mekanda, izleyicilerden A.C’nin düş gücü, bir
anda tüm engelleri yıkıverdi. Parmaklıklara abanarak bu gereksiz koridordan
sıçrar gibi hamle yapıp duran Mustafa
Balbay, ona sevgiyle seslenenlere, aslında kendisine verilmesi gereken dayanma gücünü,
ona pek yaraşan paylaşımla dağıtmaya çalışıyordu ki A.C’ nin yaratıcı sesi
salonda çınladı “Ne o Balbay, bacaklarının üzerinde yaylanıp, Afyon Ovası’na atlamayı
mı düşünüyorsun?...” Oysa aynı hareketleri A.C de yapıyordu. Sevgi ve özlem
dolu bağırtılar arasındaki karmaşada, bu garabet koşullarda, beden dilinden
başka, nasıl iletişim kurulabilirdi ki?
Sanırım bugünkü
hareketliliğin bir nedeni de verilen öğle
arasından önceki duruşmanın yarattığı traji komik durumdu. O sabah, İtirafçı
Ulaş Özer, Mahkeme Heyetine ifade veriyordu. Sorgulanan itirafçıya sorulan
sorulardan, konunun, Susurluk davasıyla ilgili olduğunu güçlükle anlayabildim. İtirafçı,
silahların kendi evinde bulunmasının nedenlerini açıklarken, suçladığı
kişilerle ilgili inandırıcılıktan yoksun söylemlerde bulunuyordu. Konuşmaları
öyle tuhaftı ki bir ara bizlere, silahların evinde olduğunu, kendisinin ihbar etmiş olabileceğini bile
düşündürdü. Herkesi şaşkınlığa uğratıyor, saçmalıklarıyla güldürüyordu. Oynanan,
bir durum komedisiydi. Ne yazık ki hiç kimse, yüksek sesle gülemiyordu.. Sayın
Atilla Sertel’in, özet betimlemesiyle İtirafçı, Bilmediği bir adamı, bilmediği
bir yerde, bilmediği birinden görev alarak, bilmediği bir silahla öldürmekle
görevlendirilmişti. Bildiği tek şey, tutuksuz sanıklardan polis memuru
Yusuf Etem Akbulut’un, bilmediği kişiyi öldürmek için görevlendirilmiş olan
kendisine, şoförlük yaptığıydı. Ona göre, göreve birlikte gitmişler ama görevi yerine
getiremeden dönmüşlerdi.O gün, bir resmi görevden yorgun argın evine döndüğünü
belirten, polis memuru Yusuf, gece yarısı, bilmediği bir adamı öldürmek için
görevlendirilmiş olan TİKkO davası ve PKK sanıklarından olan, ceza evinden bu
görevlendirme nedeniyle çıkartıldığını söyleyen, itirafçı Ulaş Özer tarafından
uyandırılıp, bu garip göreve sorgusuz sualsiz gittiği suçlamasıyla karşı
karşıyaydı. Bu suçu kabul etmiyordu. Böyle
bir göreve gitmediğini kanıtlamak için, İtirafçı Özere sorduğu sorular, hakim
tarafından, sık sık,“yorum yapma, sorunu sor!” diye kesiliyordu. Bana göre, polis
memuru Akbulut, duruşma hakimin “yorum yapma!” emrini ustaca yerine getirmede
oldukça başarılıydı. Sorabildiği pek çok
soruya itirafçı Ulaş Özer, konuyla ilgisi olmayan yanıtlar veriyordu. Örneğin, polis
memuru Akbulut’un, yorumsuz sorabilmek için oluşturduğu soru şöyleydi:“Görevi
yerine getirmeden döndüğünüzde, size görev verenler, niçin görevi yerine getirmediniz,
diye sorduklarında, ne cevap verdiniz?” Bu soruyu; İtirafçı Ulaş Özer, Mahkeme
heyetine karşı, şöyle yanıtlıyordu: ”Efendim, ben bu soruyu bir görevle
yanıtlamak istiyorum. Bir gün kırsaldaki bir habercimizden, kendi evine baskın
düzenleneceğini öğrendik. O eve baskın yapanları etkisiz kılmak için görev
aldım. Eve gittim. Baskın yapan üç kişiyi öldürdüm. Haberciyle birlikte
öldürdüğüm kişileri ormana götürüp gömdüm. Hakim bey, ben bu sorulara muhatap
olmak istemiyorum. Eğer benim bir faili meçhulüm varsa cezaya razıyım. Hayatta
hiç faili meçhulüm. Olmadı!
Böyle sürüp
giden davada dün, sanık sandalyelerinde, Orgeneral Hurşit Tolon, Apo’yu sorgulayan kıdemli Albay Atilla Uğur, ve
pek çok subay asker; gazeteci ve öğretim üyeleri, Mehmet Perinçek, Doğu
Perinçek, Tuncay Özkan, Mustafa Balbay daha adını buraya yazamadığım yüreği
yurt ve insan sevgisiyle dolu kişiler,. Haa! Bir de verilen arada yanımda duran
gazeteci öğretim üyesi büyüğü,Cüneyt Akalın’a ,sesini duyurmaya çalışan Deniz
yıldırım; vardı.”Ales puanım çok iyi puanımın henüz geçerliliği var. Doktora
yapmak istiyorum. Ah şuradan bir çıkabilsem kendim araştırabilirim ya! Bana doktora
programlarını bildirebilir misiniz ağabey?“
Feride Esen
Bilgin