Artık O Bir Suskun Komutan (21Mart 2012 Cumhuriyet Gazetesinde yayınlandı.)
Feride Esen BİLGİN
Artık O Bir Suskun Komutan
Afganistan’da 12 askerin şehit düştüğü haberi
“Neden biz oradayız”
sorusunu gündeme getiriyor. Tıpkı yıllar önce
“Neden
Kore’deydik” sorusunun
sorulduğu gibi. Kore’de yanı başında arkadaşlarının
şehit oluşunu yaşamış, dört madalya sahibi değerli bir büyüğümüzün, genç
askerlerin, komutanların kaybını duymadan yaşamdan ayrıldığı için sevineceğimi
hiç düşünemezdim.
9 Mart 2012 günü, kırk bir yıl önce ailemize katılan ablamın eşini,
enişte diyemediğimiz sevgili abimizi yitirdik. Fırtınalı, gürültülü, kırılgan,
sancılı, en sonunda suskunluğa bürünen 85 yıllık bir tarih, anlatıkları,
anlatamadıklarıyla Muratpaşa Camii’nde, çok sevdiği
Mehmetçiklerin omuzlarında, asker selamıyla sonsuzluğa yürüdü. Uncalı
Mezarlığı’nda kurumakta olan bir çam ağacının kökleri
arasında yer bulan bedeni, çok sevdiği, “O, benim
şansım” derken bir türlü hastalığını kabullenemediği
Özen’ciğinden ayrı toprakla buluştu. 3
yaşında babasız kalan bir asker çocuğu olarak
Erzincan’dan İstanbul’a,
oradan Ankara’ya, Ankara’dan
Antalya’ya varan bir yaşam sonsuzluğa erişti. Kore
gazisi, ardında kalan arkadaşlarının belleğinde geleceğin Genelkurmay
başkanlığına oturtulmuş, şansızlığa kurban bir
orgeneral olan, kıdemli emekli Kurmay Binbaşı
Sabahattin Altınok artık uykuda. Kendisini uğurlayan
kalabalıktan haberdar mı bilinmez, belki de yalnızca
Özen’ini görerek, yanına geleceği günü bekleyerek,
bilinmezi yaşıyor.
Ergenekon, Balyoz adlı tuzaklarla yaşanan acıları, içi sızlayarak,
kükreyerek ağlayarak, bazen de susarak isyanla karşılardı. Bana Silivri
duruşmalarını anlattırır, zaman zaman da öfkeyle “Sus!
Yeter, dayanamıyorum!” diye kükrer, laikliğin, laik
cumhuriyeti koruyanların yargılanmasına isyan ederdi. Komutanların, genç
subayların, Mustafa Balbay’ın
Tuncay Özkan ve tüm gazetecilerin, rektörlerin içeride
olmasına isyan ederdi. Doğu Perinçek’e
yapılanlar için kızar, İsviçre’de Ermeni soykırımını
inkâr eden Perinçek’e iktidarın müdafi olmasına acı
acı gülerdi. Haberal, Hilmioğlu ve tüm tutuklu
aydınlar onun gönül birliğiyle tutukluluğu dışarda yaşadığı aydınlardı. 1. Ordu
Komutanlığı’ndan emekli Hurşit Tolon
tutuklandığında
“Olamaz!” diye gürledi,
haykırdı, çırpındı; ne yapacağını şaşırmışçasına
oradan oraya seyirtiyordu. Emekli Genelkurmay Başkanı
İlker Başbuğ tutuklandığında, sanki her
şey onunla tükenmişti, sustu. Artık her şey bitmişti. Elini boşluğa uzatıyor,
anlam dolu bakışlarıla bizleri izliyordu; sustu, boşluğa baktı, bir daha o
konuda konuşmadı, konuşamadı...
Bugün onu yitireli bir hafta oldu. Ne ilginç ki, sevgili dostum
Meriç Velidedeoğlu, abimi yitirdiğim gün olan 9
Mart’ta, Silivri’de
yaşadıklarını, ölümünün yedinci gününde 16 Mart’ta
yazmış. Silivri yazısı, sanki yurduna yürekten bağlı o asker için yazılmış, onun
ve hepimizin isyan dolu suskunluğumuzun bir simgesi…
22 Mart 2012 Perşembe
3 Mart 2012 Cumartesi
KARABASAN
GÜNEŞ SARP KAYALARDAN
DOĞAR
Şu günlerde, içim yanarak,
saygıyla, özlemle andığım, Türkan Saylan, hasta yatağında izlediği gün
doğumundan etkilenerek, “Hep gün batımının renklerinden güzelliğinden
söz ederiz. Oysa şafak sökerken de doğa inanılmaz güzellikte renklerle
bezeliymiş; uykuda ne çok güzellikler kaçırıyoruz. Şimdiden sonra bu güzelliği olabildiğince
kaçırmamaya çalışarak izleyeceğim. ” diyordu. Kelimesi kelimesine aynı değildi belki
anımsadığım, buna benzer sözlerdi belleğimi deliveren. Birden, sabahın alacalı şavkında bana kendini anımsatıvermişti.
Bugün 03. Mart 2012 Antalya’dayım; gün doğumunun o gizemli güzelliğini uyanıp da su içmek için salona çıktığım anda gördüm. Güneşin ilk ışıkları, lacivert büyük boşluğa kırmızı, sarı tonlarını, özenle ama hızla atıyordu. Neden şafak sökmesi dediklerini şimdi daha iyi anlıyordum. Tıpkı doğumdaki kanama gibi, güneş kan kırmızılığını sanki yalnızca onun duyduğu bizim ise şaşkınlıkla izlediğimiz bir çığlıkla söker gibi dağıtıyordu doğaya. Gittikçe açılan gökyüzüne savrulan renkler, laciverdi de parçalayarak saçılıyor, pastelleşiyor, saydam bir beyazlığa dönüşüyordu. Kızıllığın ardından gelen gizemli ışık doğurduğu kırmızı tonları gökyüzüne yayarken bir yandan da yokediyordu.
Bugün 03. Mart 2012 Antalya’dayım; gün doğumunun o gizemli güzelliğini uyanıp da su içmek için salona çıktığım anda gördüm. Güneşin ilk ışıkları, lacivert büyük boşluğa kırmızı, sarı tonlarını, özenle ama hızla atıyordu. Neden şafak sökmesi dediklerini şimdi daha iyi anlıyordum. Tıpkı doğumdaki kanama gibi, güneş kan kırmızılığını sanki yalnızca onun duyduğu bizim ise şaşkınlıkla izlediğimiz bir çığlıkla söker gibi dağıtıyordu doğaya. Gittikçe açılan gökyüzüne savrulan renkler, laciverdi de parçalayarak saçılıyor, pastelleşiyor, saydam bir beyazlığa dönüşüyordu. Kızıllığın ardından gelen gizemli ışık doğurduğu kırmızı tonları gökyüzüne yayarken bir yandan da yokediyordu.
Balkona çıktım; dar bir
alandan görebildiğim denizin üzerinde, ufuk çizgisinde yayılmakta olan renklerde
kıpırtılı bir devinim vardı. Denizin, fümeye çalan laciverdini ışıltılı renk
cümbüşü yalıyordu. Esen serin rüzgar sırtıma uyarıcı bir ürpertiyle
dokunmasaydı orada öylece kalacaktım.
İçeri girdim; yatmaktan
vazgeçip. biilgisayarımın başına geçtim. Bu güzelliği mutlaka söze dökmeliydim.
Bilgisayarımı açarken gülümsedim. Birden okumakta olduğum Umberto Eco’nun “Genç
Bir Romancının İtirafları” adlı yapıtındaki şu sözler aklıma geldi.” İlk önce bir
bilgisayar edinmeniz gerekiyor, doğal olarak bilgisayar sizin adınıza düşünen
zeki bir alettir” Evet katılıyorum bu görüşe, benden zeki olduğu muhakkak çünkü
onu, bu ileri yaşımda kullanmakta epey zorlanıyorum. Yazarın gençlere yazmayı
öğütlemek için böyle bir öneride bulunması, yazılanların kalıcı olması için
ne kadar önemli. Yıllarca yazdıklarımı orada burada savruk notlar olarak
buldukça, bu elektronik bilginliğin benim gençliğimde olmamasına hayıflanmamak elde
değil. Yine de hayıflanmak yerine yararlanmak en iyisi diyerek yazmaya
başladım.
Bilgisayarım, şafak vakti edindiğim
gözlemlerimi, gün doğumunun o gizemli renklerinin gökyüzüne dağıtışındaki
acelecilikle yakalayıverdi, O anlar, gözlerimden, beynime, oradan avuçlarıma kayıverdi.
Parmak uçlarıma akan sözcükler, tuşlar üzerindeki harflerle silkelenerek beyaz
cam üzerinde anlamlı bir kalıcılığa büründü. O anda zamanı düşündüm .Çocukluğumda
yine Antalya’da ölümle burun buruna gelişim aklıma geldi. Belleğim o anları,
çocukluğun saflığı içinde nasıl da kazımıştı beynime. Kucağımda sımsıkı
tuttuğum, kuzenimin tavuğuna sarılarak olanları izlerken, tehlikenin ayırdında
mıydım? Öyle olmalı ki, dizelere dönüşüp kalıvermiş eski bir gençlik defterinin
sayfaları arasında.
ZAMAN
Yedi yaşım anı
yumağı
Tel tel çözüldükçe belleğimde
O günlere varıyorum
Akseki yaylalarından
İbradı bağlarına uzanıyorum
Toroslar’la ilk tanıştığım
Karpuz kamyonunda
Asılı kaldığım tepede
Kucağımdaki tavuk
Tontonun bakışlarına eş
Şaşkın bakışlarla
Bakarken uçuruma
Çevredeki insanların
Neden korktuğunu
Kavrayamadan
Ölümün kıyısından
Dönüyorum bu günlere.
Şimdi Zaman
Dağdan aşağı yuvarlanan
Karpuzlardan ayrılan
Bana armağan bir an
Adına yaşam denen...
Şimdi Zaman
Dağdan aşağı yuvarlanan
Karpuzlardan ayrılan
Bana armağan bir an
Adına yaşam denen...
Ne çok şey yaşadım ö
günden bu güne, yaşam gerçekten bir armağan mı?
Bugün doğduğum yerde
Antalyadayım. Oysa şu an, İstanbul’da bulunmayı,Taksim'de, haksız tutukluluğu
kınamayı, özgürlük için yürüyebilmeyi, cezaya dönüşen tutukluluğu, genç ya da
benim yaşlarımda gazeteci arkadaşlarımla çığlık çığlığa lanetlemeyi, ne çok
isterdim.
Bu yaşımda, kimin kimi
cezalandırdığının algılamakta, bu kavram kargaşası ile geçen zamanda
yaşananları anlamakta zorlanmam ne kötü. Lisans tezini absurd, uyumsuzluk
üzerine yapmış biri olarak, canım memleketimde yaşanmakta
olan acıları, niçin kavrayamıyorum? Üniversite yıllarımda içimde hissettiğim saçma kavramında anlam
arama kaygım mı beni algılama yetisinden uzak tutuyor? Yoksa hep içimdeki
ayrıksı bakışla, Kafka vari bir değişimi, dönüşümü isteyip de yapamanın verdiği
gerçekçi bakış mı düşü kabusa çeviriyor? Bütün bunları düşünürken yine Kafka,
"Özdeyişler" kitabından, fısıltıyla imdadıma yetişiverdi:
”Düz bir yerde yürüsen, ve
yürümek için iyi niyet sahibi olsan da adımların geri geri gitse, o zaman seni
umutsuzluğa düşürecek bir neden olabilirdi bu. Ama sarp, senin de aşağıdan
gördüğün gibi sarp bir yamacı tırmandığını düşünürsen, adımlarının geri geri
gitmesi, yalnızca yerin durumundan kaynaklanablir. Bu yüzden umutsuzluğa kapılmana
gerek yok.”
Kafka ,haklıydı; uzun süre çukura yuvarlanan o karpuzları, yukarı nasıl çıkarabileceğimi düşünmüştüm.
Yolda kaldığımız için bize yardım etmiş olan, İbradı’ya karpuz götüren
kamyoncunun zararını giderebilmekti tüm istediğim. Bir de beni uçurumdan
kurtarmak isteyenler, kolumdan tuttuklarında, uçan tavuğun yamacın başından
bize doğru yürüyüşündeki inatçı paytaklığı silemiyordum belleğimden.
Evet bugün 3 Mart, ‘Üç Devrim
Yasası’nın yürürlüğe girdiği gün... Ne yazık ki, bu yıldönümünde . Hilafet özlemcileri
,"Eğitim ve Öğretim Birliğini yokedici girişimlerini sergilemekten çekinmiyor. Kindar
dilleri ve gerici yasalarıyla sarp
kayalıklardan tırmanarak varılmış olan, adına cumhuriyet denen düzlükte, kötü niyetle geri geri
yürüyorlar. Onların bu gidişine set çekmek için aslında yaşadığım kente, İstanbul’da
yapılan toplantılarda, yürüyüşlerde bulunamamak yine içimi acıtıyor. Ne var
ki, belki de yaşamlarının son anlarında bana gereksinim duyan iki değerli
büyüğüm için bulunduğum Antalya’dan
yazarak yüreğimi İstanbul’a katabiliyor olmam, daralan yüreğimi biraz olsun
rahatlatıyor. Düşünüyorum da, teknolojiniin başarısı değil mi bu olanak? O halde bilim
ve teknoloji, özgürlük arayışlarını çoğaltırken, gericiliği de altedebilir. Bu bakışla Cumhuriyetin yarattığı düzlükten
yararlanıp geri geri yürümeyi
deneyenlerin başaramayacağını, artık buradan daha rahat görebiliyorum.
Sarp kayalıklardan umutla
tırmanış felsefesi, gerçekte Atatürk Cumhuriyeti’nin başkaldıran, direnişci yapısından
sökülemeyen bir harç. Tıpkı her gün kanayarak doğan güneş gibi. Gökyüzünü
yalayarak, denizdeki işıltıyı dalgalara katarak, kayalıkları tırmanarak, umutla
yarabilir güzel ülkemi kaplayan karabasanı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)