22 Mart 2012 Perşembe

Gönül Borcu

Artık O Bir Suskun Komutan (21Mart 2012 Cumhuriyet Gazetesinde yayınlandı.)
Feride Esen BİLGİN

Artık O Bir Suskun Komutan

Afganistan’da 12 askerin şehit düştüğü haberi “Neden biz oradayız” sorusunu gündeme getiriyor. Tıpkı yıllar önce “Neden Kore’deydik” sorusunun sorulduğu gibi. Kore’de yanı başında arkadaşlarının şehit oluşunu yaşamış, dört madalya sahibi değerli bir büyüğümüzün, genç askerlerin, komutanların kaybını duymadan yaşamdan ayrıldığı için sevineceğimi hiç düşünemezdim.


















9 Mart 2012 günü, kırk bir yıl önce ailemize katılan ablamın eşini, enişte diyemediğimiz sevgili abimizi yitirdik. Fırtınalı, gürültülü, kırılgan, sancılı, en sonunda suskunluğa bürünen 85 yıllık bir tarih, anlatıkları, anlatamadıklarıyla Muratpaşa Camii’nde, çok sevdiği Mehmetçiklerin omuzlarında, asker selamıyla sonsuzluğa yürüdü. Uncalı Mezarlığı’nda kurumakta olan bir çam ağacının kökleri arasında yer bulan bedeni, çok sevdiği, “O, benim şansım” derken bir türlü hastalığını kabullenemediği Özen’ciğinden ayrı toprakla buluştu. 3 yaşında babasız kalan bir asker çocuğu olarak Erzincan’dan İstanbul’a, oradan Ankara’ya, Ankara’dan Antalya’ya varan bir yaşam sonsuzluğa erişti. Kore gazisi, ardında kalan arkadaşlarının belleğinde geleceğin Genelkurmay başkanlığına oturtulmuş, şansızlığa kurban bir orgeneral olan, kıdemli emekli Kurmay Binbaşı Sabahattin Altınok artık uykuda. Kendisini uğurlayan kalabalıktan haberdar mı bilinmez, belki de yalnızca Özen’ini görerek, yanına geleceği günü bekleyerek, bilinmezi yaşıyor.









Ergenekon, Balyoz adlı tuzaklarla yaşanan acıları, içi sızlayarak, kükreyerek ağlayarak, bazen de susarak isyanla karşılardı. Bana Silivri duruşmalarını anlattırır, zaman zaman da öfkeyle “Sus! Yeter, dayanamıyorum!” diye kükrer, laikliğin, laik cumhuriyeti koruyanların yargılanmasına isyan ederdi. Komutanların, genç subayların, Mustafa Balbay’ın Tuncay Özkan ve tüm gazetecilerin, rektörlerin içeride olmasına isyan ederdi. Doğu Perinçek’e yapılanlar için kızar, İsviçre’de Ermeni soykırımını inkâr eden Perinçek’e iktidarın müdafi olmasına acı acı gülerdi. Haberal, Hilmioğlu ve tüm tutuklu aydınlar onun gönül birliğiyle tutukluluğu dışarda yaşadığı aydınlardı. 1. Ordu Komutanlığı’ndan emekli Hurşit Tolon tutuklandığında “Olamaz!” diye gürledi, haykırdı, çırpındı; ne yapacağını şaşırmışçasına oradan oraya seyirtiyordu. Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ tutuklandığında, sanki her şey onunla tükenmişti, sustu. Artık her şey bitmişti. Elini boşluğa uzatıyor, anlam dolu bakışlarıla bizleri izliyordu; sustu, boşluğa baktı, bir daha o konuda konuşmadı, konuşamadı...








Bugün onu yitireli bir hafta oldu. Ne ilginç ki, sevgili dostum Meriç Velidedeoğlu, abimi yitirdiğim gün olan 9 Mart’ta, Silivri’de yaşadıklarını, ölümünün yedinci gününde 16 Mart’ta yazmış. Silivri yazısı, sanki yurduna yürekten bağlı o asker için yazılmış, onun ve hepimizin isyan dolu suskunluğumuzun bir simgesi…

3 Mart 2012 Cumartesi

KARABASAN

                GÜNEŞ SARP KAYALARDAN DOĞAR

Şu günlerde, içim yanarak, saygıyla, özlemle andığım, Türkan Saylan, hasta yatağında izlediği gün doğumundan etkilenerek, “Hep gün batımının renklerinden güzelliğinden söz ederiz. Oysa şafak sökerken de doğa inanılmaz güzellikte renklerle bezeliymiş; uykuda ne çok güzellikler kaçırıyoruz. Şimdiden sonra bu güzelliği olabildiğince kaçırmamaya çalışarak izleyeceğim. ” diyordu. Kelimesi kelimesine aynı değildi belki anımsadığım, buna benzer sözlerdi belleğimi deliveren. Birden, sabahın alacalı şavkında bana kendini anımsatıvermişti.
Bugün 03. Mart 2012 Antalya’dayım; gün doğumunun o gizemli güzelliğini uyanıp da su içmek için salona  çıktığım anda gördüm. Güneşin ilk ışıkları, lacivert büyük boşluğa  kırmızı, sarı tonlarını, özenle ama hızla atıyordu. Neden şafak sökmesi dediklerini şimdi daha iyi anlıyordum. Tıpkı doğumdaki kanama gibi, güneş kan kırmızılığını sanki yalnızca onun duyduğu bizim ise şaşkınlıkla izlediğimiz bir çığlıkla söker gibi dağıtıyordu doğaya. Gittikçe açılan gökyüzüne savrulan renkler, laciverdi de parçalayarak saçılıyor, pastelleşiyor, saydam bir beyazlığa dönüşüyordu. Kızıllığın ardından gelen gizemli ışık doğurduğu kırmızı tonları gökyüzüne yayarken bir yandan da yokediyordu.
Balkona çıktım; dar bir alandan görebildiğim denizin üzerinde, ufuk çizgisinde yayılmakta olan renklerde kıpırtılı bir devinim vardı. Denizin, fümeye çalan laciverdini ışıltılı renk cümbüşü yalıyordu. Esen serin rüzgar sırtıma uyarıcı bir ürpertiyle dokunmasaydı orada öylece kalacaktım.
İçeri girdim; yatmaktan vazgeçip. biilgisayarımın başına geçtim. Bu güzelliği mutlaka söze dökmeliydim. Bilgisayarımı açarken gülümsedim. Birden okumakta olduğum Umberto Eco’nun “Genç Bir Romancının İtirafları” adlı yapıtındaki şu sözler aklıma geldi.” İlk önce bir bilgisayar edinmeniz gerekiyor, doğal olarak bilgisayar sizin adınıza düşünen zeki bir alettir” Evet katılıyorum bu görüşe, benden zeki olduğu muhakkak çünkü onu, bu ileri yaşımda kullanmakta epey zorlanıyorum. Yazarın gençlere yazmayı öğütlemek için böyle bir öneride bulunması, yazılanların kalıcı olması için ne kadar önemli. Yıllarca yazdıklarımı orada burada savruk notlar olarak buldukça, bu elektronik bilginliğin benim  gençliğimde olmamasına hayıflanmamak elde değil. Yine de hayıflanmak yerine yararlanmak en iyisi diyerek yazmaya başladım.
Bilgisayarım, şafak vakti edindiğim gözlemlerimi, gün doğumunun o gizemli renklerinin gökyüzüne dağıtışındaki acelecilikle yakalayıverdi, O anlar, gözlerimden, beynime, oradan avuçlarıma kayıverdi. Parmak uçlarıma akan sözcükler, tuşlar üzerindeki harflerle silkelenerek beyaz cam üzerinde anlamlı bir kalıcılığa büründü. O anda zamanı düşündüm .Çocukluğumda yine Antalya’da ölümle burun buruna gelişim aklıma geldi. Belleğim o anları, çocukluğun saflığı içinde nasıl da kazımıştı beynime. Kucağımda sımsıkı tuttuğum, kuzenimin tavuğuna sarılarak olanları izlerken, tehlikenin ayırdında mıydım? Öyle olmalı ki, dizelere dönüşüp kalıvermiş eski bir gençlik defterinin sayfaları arasında.
                                  ZAMAN
Yedi yaşım anı yumağı
Tel tel çözüldükçe belleğimde
O günlere varıyorum
Akseki yaylalarından
İbradı bağlarına uzanıyorum
Toroslar’la ilk tanıştığım
Karpuz kamyonunda
Asılı kaldığım tepede
Kucağımdaki  tavuk
Tontonun bakışlarına eş
Şaşkın bakışlarla
Bakarken uçuruma
Çevredeki insanların
Neden korktuğunu
Kavrayamadan
Ölümün kıyısından
Dönüyorum bu günlere.

Şimdi Zaman
Dağdan aşağı yuvarlanan
Karpuzlardan ayrılan
Bana armağan bir an
Adına yaşam denen...
Ne çok şey yaşadım ö günden bu güne, yaşam gerçekten bir armağan mı?
Bugün doğduğum yerde Antalyadayım. Oysa şu an, İstanbul’da bulunmayı,Taksim'de, haksız tutukluluğu kınamayı, özgürlük için yürüyebilmeyi, cezaya dönüşen tutukluluğu, genç ya da benim yaşlarımda gazeteci arkadaşlarımla çığlık çığlığa lanetlemeyi, ne çok isterdim.
Bu yaşımda, kimin kimi cezalandırdığının algılamakta, bu kavram kargaşası ile geçen zamanda yaşananları anlamakta zorlanmam ne kötü. Lisans tezini absurd, uyumsuzluk üzerine yapmış biri olarak, canım memleketimde yaşanmakta olan acıları, niçin kavrayamıyorum? Üniversite yıllarımda içimde hissettiğim saçma kavramında anlam arama kaygım mı beni algılama yetisinden uzak tutuyor? Yoksa hep içimdeki ayrıksı bakışla, Kafka vari bir değişimi, dönüşümü isteyip de yapamanın verdiği gerçekçi bakış mı düşü kabusa çeviriyor? Bütün bunları düşünürken yine Kafka, "Özdeyişler" kitabından, fısıltıyla imdadıma yetişiverdi:
”Düz bir yerde yürüsen, ve yürümek için iyi niyet sahibi olsan da adımların geri geri gitse, o zaman seni umutsuzluğa düşürecek bir neden olabilirdi bu. Ama sarp, senin de aşağıdan gördüğün gibi sarp bir yamacı tırmandığını düşünürsen, adımlarının geri geri gitmesi, yalnızca yerin durumundan kaynaklanablir. Bu yüzden umutsuzluğa kapılmana gerek yok.”
Kafka ,haklıydı;  uzun süre çukura yuvarlanan o karpuzları, yukarı nasıl çıkarabileceğimi düşünmüştüm. Yolda kaldığımız için bize yardım etmiş olan, İbradı’ya karpuz götüren kamyoncunun zararını giderebilmekti tüm istediğim. Bir de beni uçurumdan kurtarmak isteyenler, kolumdan tuttuklarında, uçan tavuğun yamacın başından bize doğru yürüyüşündeki inatçı paytaklığı silemiyordum belleğimden.
Evet bugün 3 Mart, ‘Üç Devrim Yasası’nın yürürlüğe girdiği gün... Ne yazık ki, bu yıldönümünde . Hilafet özlemcileri ,"Eğitim ve Öğretim Birliğini yokedici girişimlerini sergilemekten çekinmiyor. Kindar dilleri ve gerici yasalarıyla  sarp kayalıklardan tırmanarak varılmış olan, adına cumhuriyet denen düzlükte, kötü niyetle geri geri yürüyorlar. Onların bu gidişine set çekmek için aslında yaşadığım kente, İstanbul’da yapılan toplantılarda, yürüyüşlerde bulunamamak yine içimi acıtıyor. Ne  var ki, belki de yaşamlarının son anlarında bana gereksinim duyan iki değerli büyüğüm  için bulunduğum Antalya’dan yazarak yüreğimi İstanbul’a katabiliyor olmam, daralan yüreğimi biraz olsun rahatlatıyor. Düşünüyorum da, teknolojiniin başarısı değil mi bu olanak? O halde bilim ve teknoloji, özgürlük arayışlarını  çoğaltırken, gericiliği de altedebilir. Bu bakışla Cumhuriyetin yarattığı düzlükten yararlanıp  geri geri yürümeyi deneyenlerin başaramayacağını, artık buradan daha rahat görebiliyorum.
Sarp kayalıklardan umutla tırmanış felsefesi, gerçekte Atatürk Cumhuriyeti’nin başkaldıran, direnişci yapısından sökülemeyen bir harç. Tıpkı her gün kanayarak doğan güneş gibi. Gökyüzünü yalayarak, denizdeki işıltıyı dalgalara katarak, kayalıkları tırmanarak, umutla yarabilir güzel ülkemi kaplayan karabasanı.