15 Temmuz 2010 Perşembe

BALBAY ÇIKANA KADAR NÖBET SÜRECEK


Cumhuriyet 11.03.2009

BALBAY ÇIKANA KADAR NÖBET SÜRECEK - Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Birliği, Kadın Araştırmaları Derneği, CUMOK, Yurtsever Hareket ve çok sayıda yurttaş, dün yine gazetemiz bahçesinde bir araya gelerek Balbay’ın serbest bırakılmasını istedi. ■

BRUNO’DAN BALBAY’A
UYGARLIK YOLUNDA YÜRÜYEN CUMHURİYET İÇİN NÖBET… *

Devletin en son amacı. İnsanlara hükmetmek, onları korkutarak, baskı altında tutmak veya
onları başkalarının arzularına tabi kılmak değildir. Tam tersine onun hedefi, vatandaşlarının güvenlik içinde fikir ve beden yeteneklerini geliştirmesini, akıl ve idrakinden serbestçe faydalanmasını sağlamak olmalıdır. Çünkü devletin gerçek amacı özgürlüktür.
Spinoza

“Balbay çıkacak, yine yazacak!” Günlerdir böyle sesleniyor Balbay için nöbet tutan Cumhuriyet okurları.
Balbay’a “Yazma!” diyorlar… Gazeteci yazmadan durabilir mi? Okuyucular, özlemle haykırıyor. “Balbay çıkacak, yine yazacak!” Bazı tutuklular yazabiliyor, ama Balbay’a “Yazma!” diyorlar.
Balbay ne yazmış? İrticanın “Çok boyutlu... Çok cepheli... Tek hedefli...” olduğunu belgelerle kanıtlamış “Devlet ve İslam” kitabında.
“Irak Bataklığında Türk – Amerikan İlişkileri” kitabında ise, Irak bağlamında yaşananlarla, ABD’nin hem Türkiye’ye geçtiğimiz yüzyılda nasıl baktığına değinilmiş, hem de 21.yüzyılda nasıl görmek istediği ortaya konulmuş. Türkiye’nin bölgesindeki ve dünyadaki yerine ilişkin ip uçları verilmiş. Ardı ardına gelen “Suriye Raporu” ve “İran Raporu” kitapları da çok yönlü, birikimli bir gazetecinin tam bir belgesel mantığı, titizliği, duyarlılığı ile kaleme aldığı yapıtlar.
Okuyucuları onun yapıtlarındaki gözlemci gücün, gezginci yönün, araştırmacı yanın, özgün anlatımının tiryakisi olmuşlar.
Yüreği ülke sevgisiyle dolu, üretken bir yazar olan Balbay gerçeği, doğru olanı anlatabilme isteği içinde durmadan yazmış. Aydınlık Cumhuriyete, Atatürk Cumhuriyetinin erdemine olan inançla gecesini gündüzüne katmış. “Güzel faydalı olmalı” diyen Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun sanatsal bakışıyla güzeli yaşatmak amacıyla, tarihe tanıklık etmek istemiş, günlük tutmuş. Şimdi ise suçu yazmak olan tutuklu bir gazeteci Mustafa Balbay…
Yalan yanlış kurgularla basına servis edilen günlüklerinin montajlı olduğunu, savunmanları aracılığıyla belirten Mustafa Balbay’a izin verilmiyor. Gerçeği anlatmak için bir zamanlar tanık olduğu olayları, kendi günlüğünü gazetesinde yazmak istiyor ama, yazmasına izin verilmiyor. Bu hak, bırakın bir gazetecinin, yalan yanlış savlarla suçlanan her insanın en doğal savunma hakkı...
Antik Roma döneminin yazar ve öğretmenlerinden olan, Quintilianus, “Kaderin insanlara bir lûtfu da, namuslu işlerin aynı zamanda en faydalı işler olmasıdır.” der. Ama ne yazık ki, geriye gidiş özlemcileri ve işbirlikçiler için insan aklının erdemine inanan faydacılık suç sayılmaktadır. İşte bunun için Balbay’a “yazma” diyorlar.
Onlar aslında demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olan Cumhuriyeti savunan tüm yazarlara, gazetecilere karşılar. Hem gazetemize, hem de çağdaşlıktan yana olan tüm basın çalışanlarına iğrenç yalanlardan oluşan zehirli oklarını yöneltiyorlar. Uğur Dündar’a yapılanlar bunun en somut kanıtı.
Yıllar önce ortalıkta dolaşan “Sindire sindire geleceksin. Kamuda, hukukda, önemli olan her yerde, örümcek gibi ağını kuracaksın, sabırla örgütleneceksin.” yollu söylemlerle pişirilen aşın bozuk kokusu ülkeyi sarıyor. Yaratılan korku ortamında sivil darbecilerin uygulamaya koydukları emperyal amaçlı planları gerçek suç ile suçlu kavramlarını erezyona uğratıyor. Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmak ve korumak adına yüreği titreyenler, halka doğruları anlatmak için kolları sıvayan herkes suçlu sandalyesine oturtuluyor. Bu amaçla sivil toplum örgütlerince düzenlenmiş olan “Cumhuriyet mitingleri” bile
karalanıyor. Tehlikenin farkında olanlar,“Ülkem için ne yapabilirim?” diye düşünen asker - sivil tüm aydınlar, ortaçağ dönemindeki cadı avına benzer yöntemlerle susturuluyor. Özgürlükleri yaralanıyor, yok ediliyor. Teröre karşı savaşmış askerlerin onurları yara alıyor. İntiharlar yaşanıyor.
Yaratılan kargaşa ortamında, bilgi kirliliğinin şaşkınlığı ve ekonomik dengesizliği, krizlerin umarsızlığı içindeki halk ise debeleniyor. Sonra da sadaka düzeninin çöküntüsünde ya onurunu, ya da algı gücünü yitirerek teslim oluyor .
Kendi çıkarı için olumsuzluk toprağına sulayarak can veren teslimiyetçi ise işbirlikçiliğin otağında, yolsuzluğun batağında semirdikçe semiriyor..
Gözlenen bu karmaşa bizlere, ister istemez gerçeğe ulaşmak yolunda asırlar önce yaşanan acıları ve ödenen bedelleri anımsatıyor.
Belleğimizin tarih sayfalarında bulduğu, yedi yıllık işkenceden sonra yakılarak engizisyon rahiplerince ölüme mahkum edilen Giordano Bruno’yu bu güne taşıyor.
Yazar Gülsüm Cengiz’in ozan duyarlılığından esinlenerek, yaşananları sergileyelim.

Bir asker ve şair oğlu olarak İtalya’da doğan Giordano Bruno, kiliseye girdiğinde on dört yaşındaydı. Kitapları çok seviyordu. Bilime aşık olan bu özgür düşünceli genç, niçin papaz olmuştu?
Çünkü Aziz Dominik Manastırı’nın kitaplığı bilimin ışığıyla düş gücünü aydılatacak kadar büyük ve varsıldı. Ama ne yazık ki insan aklına sınır koyan öğreti, burada da kitaplara yasak koymaktaydı.
1543 yılı Kopernik’in öldüğü yıl, aynı zamanda kitabın doğduğu yıldı. Kopernik mezarında yatarken, kitabı dünyayı dolaşmaya başlamıştı. Napoli yakınlarında küçük bir kentde yaşayan genç papaz Bruno’nun eline de geçmişti bu kitap.
- Güneş!
- Ortada güneş, çevresinde ve çok uzaklarda yıldızlar kubbesi…
- Kopernik’in çizdiği bu görkemli tablo...
- Dünyanın sınırları ne kadar da geniş.
- Sanki elmas bir duvar var…
- Elmas duvar, parıltılı sınır, evet ama sınır koymak niye? Niçin durmalı? Niçin daha öteleri aramamalı?
- Sonsuzluk… Gözlerimin önünde uçsuz bucaksız evren var!..
- Peki insan nerede?
- İnsan nedir evrene kıyasla? Bir hiç mi? Hayır!..
- İnsan! Ben! Düşüncelerim! Aklım!
- Aklın sınırsızlığı!
- Bu uçsuz bucaksızlığı kavrıyorum.
- Yıldızları, atomları görüyorum.
- Ruhum kanatlanıyor. İki sonsuzluk arasındayım.
- Yıldızlar dünyası ile, zerrecikler dünyasının kanatları arasında uçuyorum.
Bu düşüncelerle hayali, sonsuz evrende dolaşırken keskin gözler peşini bırakmıyordu.
Roma’ya gittiğinde, hücresinde Roterdamlı Eresmus’un kitabının bulunduğu jurnal edilmişti. Bu baskıdan kurtulabilmek için papaz cüppesini çıkarmalıydı.
Şapka, pelerin ve belindeki kılıçla üvey evlat olan bilimi kurtarmaya gelen masal kahramanı gibiydi…
Bruno, gittiği her yerde, öğrencilerine yalanlanamaz sayılan herşeye kuşkuyla bakmayı öğretiyordu.
Özgür bir havada ne kadar kolay soluk alınıyordu; ama taasup her yerde iz sürüyordu; sorgucular boş durmuyordu. Örneğin Cenevre’de çevresinde papaz yerine esnaf görüyordu; ama bu kez erdem paraya dönüşmüştü; kim zenginse o kutsaldı. Yani burada da ikiyüzlülük kol geziyordu.
Bruno, insanlığı seviyordu ama, yine de yurdu bütün ülkelerden daha azizdi.
Bütün dünyayı kucaklamaya hazır, büyük kalpli bir insan yurdunu; yalnız kendisini seven, dar, küçük, bencil ruhlu bir insanın sevdiğinden daha fazla sever…”
Hiçbir yerde özgür düşünceye yer olmadığına göre, yurdundan ayrılmaya değer miydi?
Bilim adamı Per de la Rame Paris’te, Hezarfen Ahmet Çelebi İstanbul’da öldürülmüştü.
Kan dolaşımının sırlarını çözmeye çalışan İspanyol hekimi Servet, yazdığı kitap için Cenevre’de nasıl bir cezaya uğradı ise, Bruno da kendi ülkesinde aynı cezaya mahkûm edildi. 1600 yılında yakılarak öldürüldü.
İnsanların düşünme hakkı uğrunda savaşımlarının tarihi insanlığın kurtuluş öyküsünü oluşturuyor.
Hollandalı yazar Wilhelm Van Loon’un yapıtı olan “İnsanlığın Kurtuluş Öyküsü“nde olduğu gibi, şiddet gerçeği yokedemiyordu.. Küçük bilgi ırmağı bilisizlerin engellemelerine karşın setleri yıkıyor, genişleyerek akıyordu…
Şimdi de akacak...
Balbay çıkacak, yine yazacak!
Gerçek gün yüzüne çıkacak.
Bunu, gazeteci kimliğimle, kendini Atatürk Cumhuriyeti’ne adamış bir yurttaş olarak sonuna dek umutla, inançla savunuyorum...

Feride Esen Bilgin

*Yeniden Anadolu Ve RumeliMüdafaa-i Hukuk
2009 MAYIS ,Sayı128, Sayfa:51'de bu yazı yayınlandı."

2 Temmuz 2010 Cuma

GAZETEME TESLİM OLACAĞIM

GAZETEME TESLİM OLACAĞIM

Silivri’de, yapılan tüm savunmalar, “tutuksuz yargılanma isteği” ile sonlanıyor. “16,18, 21 aydır buradayım.” diyen, gencecik askerler, kurmay subaylar, yaşlı genç iş adamları, çevik kuvvet görevlileri “Neden buradayım?” sorusunun yanıtını almak istiyorlar. Bu subaylardan ve diğer tutuklulardan bazılarını artık savunma yaparken göremiyorsunuz: Onların adil bulmadıkları, anlamsız gördükleri bu yargılamada ‘tepkisel olarak yer almak istemediklerini’ öğreniyorsunuz. ‘Bu da bir tepkidir ama keşke savunsalar kendilerini’ diye düşünürken, bilişim teknolojisi dalında uzman, emekli deniz subayı Ataman Yıldırım’ın şu sözleriyle irkiliyorsunuz. “Arama sırasında şirketime konulan dijital belgenin sahteliğinin kanıtlanmasına karşın, ondan üretilen yeni sahte dijital belgelerle suçlanıyor ve18 aydır burada yatarak masumiyetimi kanıtlamaya çalışıyorum”
Kendisi de bir hukukçu olan Emcet Olcayto, tutukluların savunmalarını kendilerinin yaptığı cuma gününü, sürekli yinelenen bir seremoni algılaması ile cuma töreni olarak tanımlıyor. Bu niteleme, tahliye taleplerinin bire-iki reddedilmesinden doğan trajikomik bir anlatım. Salondaki basına ayrılan en kötü yerden bakınca, reddedici yargıçların birbirinden farksız görüntüleri programlanmış robotlar izlenimi bırakıyor. Davanın 70.nci duruşması olan cuma günü, ‘Savcılıkça ileri sürülen delillerin ciddiyetsizliğine ilişkin’ Sayın Olcayto’nun ileri sürdüğü kanıtları, gazeteci kimliğinizle tartıyorsunuz. Karşınıza, herkese siyaset-adalet ikileminde cuma töreni algılamasını çağrıştırabilecek bir uyum çıkıyor. Hemen sonra, sizin sabırsızlıkla beklediğiniz, çiçeklerin-ağaçların “Nerede O?” diyerek beklediği kanat çırpan sesi, duyuyorsunuz:
“Ben her iki Cumhuriyeti de aşkla seviyorum. Gazetem daha fazla satsın diye plan yapıyorum. Hacattepe ve Ankara Üniversitesi ile ODTÜ’de yüzde 20 indirimli satmak için görüştük, ‘evet’ dediler. Kışlalarda Cumhuriyet gazetesinin indirimli satılmasının neresi suç? ‘Kışlalarda olabilir mi’ diye hayal kuruyorum. Ben gazetenin daha fazla satılması için çırpındım. Keşke gazeteyi kışlalarda satabilseydik. Jandarma Genel Komutanı ile ben konuştum; iki Mehmetçik daha Cumhuriyet okuyabilseydi,. olabilir mi diye konuştuk ama olmadı. Keşke olsaydı. Buradan nasıl suç üretirler? Burada darbe iddiası varsa, demokrasiye darbe var…”
Bir meslektaşınızın tarih sayfalarına geçeceğini inandığınız düşünce yüklü sözlerindeki duygusal tınının, onu dinleyenler arasında bulunan küçük kızı Yağmur’un kara gözlerindeki yansısını gözlüyorsunuz. Sevecen, duru görüntüsüyle Gülşah Balbay’ın, eşi Mustafa ile kızı Yağmur arasında gidip gelen duygu seline ustalıkla ket vuruşuna tanık oluyorsunuz. Sonra bebek denecek yaşlardaki iki küçük çocuğu ile dinleyiciler arasında büzülmüş oturan bir astsubay eşine takılıyor gözleriniz. Bakışlarınızın gelgitleri arasında daralan yüreğiniz kabarıp çekilirken Balbay’ın, şu sözleri ile mesleğinize dönüyorsunuz: “Yassıada’dan demokrasi ticareti yapanların bu salonu görmelerini isterim. İddia makamının bizden delil ürettiği bir tabloyla karşı karşıyayız. Hukukun, polisin böyle özgürce kullandığı bir alan olmasını önleyin… Son günlerde ekranlara yansıyan Yassıada yargılanmalarına baktım. Bu salonun Yassıada’dan daha geri olduğunu gördüm. Burada, tıraş olduğum berberime söylüyorum; aman ensemi iyi tıraş et! Herkes ensemi görüyor.” Balbay’ın, salonun düzenindeki ayrıksı duruma gülmece biçiminde dikkat çekişine hayran oluyorsunuz.
Yassıada duruşmalarının bir çerçevesi bir bütünlüğü olduğundan söz eden Balbay’ın, iki mahkemeyi öz ve biçim olarak karşılaştırışındaki ustalığına özenerek bakarken, acı acı gülümsüyorsunuz: “Buradaki yargılama daha kötü, orası ihtilal mahkemesi idi burası bir ihtimal mahkemesi.”
“Savcılar bu davada bizim yaşam biçimimizi suçluyorlar” diyen Balbay’ın, “Savcı Mehmet Ali Pekgüzel duruşmadaki savunmaları hakaret olarak niteliyor. Bu iddianamede ise bize 5 bin sayfa hakaret ediliyor.” sözlerindeki isyandan etkileniyorsunuz. İddia makamının kendisini katmaya çalıştığı terör suçunu irdeleyen Balbay’ı, yeni şeyler öğrenmenin hazzı ile dinliyorsunuz: “Dünyada terör olgusu ortaya çıktığı andan beri ceza davaları değişti. Oralarda yargıçlar, terör suçunu ayırabiliyorlar. Orada terörü şöyle çerçeveliyorlar: ‘Tarihi belli olan, ortak hareket edilen, yapılandırılmış, acımasız bir kuruluş.’ Burada ise acımasız tanımını almışlar, çerçevesine boşvermişler. Bu dava, fırtınada uçan elektrik kablosu gibi kime çarpacağı belli değil. Geçen hafta terör suçuyla yargılanan Emre Baltacı görev yerine gitti; Şırnakta’ki birliğine teslim oldu. Teröre karşı savaşacak.”
“Biz her hafta sonu tahliye toto oynuyoruz Ben de tahliye olunca önce aileme, sonra gazeteme teslim olacağım.”
“Savunma süresini Avrupa ölçütleri içinde kısıtladınız aynı ölçütlere göre tutukluluk süresini de kısmak istemez misiniz?”
Silivri’de, duruşma izlerken, kabaran yüreğinizi taşımakta güçlük çekiyorsunuz Can Yücel’in ‘Sardunyaya Ağıtı’yla Tuncay Özkan’a armağan edilen sardunyaya varırken, dönüş yolunda tüm tutukluların özledikleri yıldızları arıyorsunuz. Kendi yalnızlığınıza Silvri’de kalanların bunaltısını katık ederek yol alıyorsunuz. Eve dönünce bunaltı bulantıya dönüşüyor, boşalıyorsunuz. Yüreğinizde kalan tortu, Mustafa Balbay’ ın bastırmaya çalıştığı isyanında tanım bulan, tutuklular korosuyla yankılanan, çığlık:
“Bu toplama kampının dağıtılmasını istiyoruz!.”
07.06.2010
Feride ESEN BİLGİN